29 Kasım 2008 Cumartesi

Geçen gün…
Geçtiğimiz salıydı sanırım.
Oldukça sert geçen Mart ayının herhangi bir haftasına denk gelen bir Salı…
Kar tipiye çevirmişti, gözlerim ve romantik romantik atan yüreğimin zevkini altüst ederek.
Aslında bir yanım hınzırca gülümsüyordu sanki.
Çünkü tipiyi tipi yapan poyraz almış başını savurup duruyordu beyaz parçacıkları etrafa.
Serserilik var ya serde…

Poyrazı severim, hem de en derinden.
Yalanı yoktur, merttir.
Geliyorum dedi mi gelir, utandırmaz onu bekleyenleri.
Hoş, hangi deli gelmesini bekler, o da ayrı bir konu.
Ama var benim gibi deliye yakın olanlar, bekler gelmesini arada bir.
Sonra Poyraz delişmendir, hafiften serseridir.
Esti mi süpürür önüne geleni, gerektiğinde yıkar geçer.
Biraz da sorumsuzdur, eyvallahı yoktur.
Etrafına bakmadan üşütür, çeneleri birbirine çaktırır durur.
Nedir; temizdir, saftır.
Şehrin tüm pisliğini alır götürür,
Geriye sert ancak saf bir hava bırakır.
Bu da sertliğinin bir diyetidir adeta.
Hele ki o sesi yok mu?
İşte, beni benden alan yegâne melodi…
Bir melodi bu kadar ürkütücü olmakla beraber bu kadar mı alımlı olabilir.
Bu kadar vahşiyken bu kadar mı kendine âşık edebilir insanı.
Pes…
Efe’dir Poyraz kısacası,
Başı hep dik, alnı hep açıktır…

Lodosu ise sevmem, hem de hiç.
Yalancıdır, ikiyüzlüdür.
Geliyorum der, gelmez.
Gelir, kimsenin haberi dahi olmaz.
Sünepedir Lodos.
Esmekle esmemek arasında dolanır durur.
Esner sanki
Esneyince de ağzı kokar, etrafın güzelim havası değişir birden bire.
Sorumsuzluğun ötesinde kaypaktır.
Kendi keyfine sıcak eser, kandırır herkesi.
İnsanlar mevsimlerden bahar ise incecik giyinir;
Kedicikle köpecikler de toprak ısındı deyip her bir köşeye kıvrılıverirler.
Balıkçılar açılır denize “rasgele” deyip, güneşi selamlarlar.
Nedir, bir anda değişir, yağmuru kandırıp beraberinde havayı da şaşırtarak satar güzelim güneşi.
Kayıkları alt üst eder, balıkları küstürür,
Şehrin tüm pisliğini ortada bırakır ve kaçar gider ardına bakmadan.
Sesi de kör karakarga gibidir.
Melodinin ruhuna rahmet okuturcasına, akortsuz bir keman gibidir.
Bu kadar mı tüyler diken diken olur o sesi duyulunca,
Bu kadar mı hayattan bezer insan.
İkiyüzlüdür dedik bir kere Lodos’a.
Başı hep önde, alnı hep lekeli…

Ya Meltem’e ne demeli?
Böylesine aşk’ı çağrıştıran bir yel olabilir mi?
Rüzgâr bile değil,
Yel…
Öyle narin ki,
Peşine taktığı çiçek kokularına, denizden fışkıran iyot kokularını ekliyor da öyle esiyor.
Meltem aşktır, sevdadır.
Bir kadının koynu gibidir;
Sıcak ve bir o kadar aldatıcı.
Ama sevgidir sonuçta, kızamazsın onun bu hallerine.
Tüm şehir pembe panjurlu bir ev olur o estiğinde,
Etraf binbir renkli çiçekle dolup taşar.
Kimse gitsin istemez,
Gece, yıldızlar hatta ay bile esmesini ister hiç gitmemecesine.
Sabah, yeni doğan güneş bile gitmesin ister.
Sesi mandolin’e benzer;
Öylesine derin, öylesine kaynaştırıcı ve baş döndüren…
İşte, böylesine narin,
Böylesine romantik
Ve
Böylesine dosttur Meltem.
Başı hep dumanlı, alnı hep pamuk…

Rüzgârlar gibiyiz…
Bazen hırçın ama
Gönül sevgiyle dolu, yalandan uzak…
Bazen ikiyüzlü,
Gönül ihanete teslim, yalana gark olunmuş.
Bazense âşık,
Gönül sevdaya tutulmuş; gözler kör, yürek hazır kıta.
Ancak
En mühimi;
Hangi rüzgâra teslim olunacağını bilmek,
Hangi rüzgârın koynunda yıllanacağını hissetmektir.
Gerisi sadece bir ayrıntıdır…

haydi, es vre deli rüzgâr!... al beni benden…

e.
2008 kış

28 Kasım 2008 Cuma

Gün gelir bir meyhane masasında tek başına kalırsın.
Masanın bir tarafında sen diğer tarafında gölgen.
Gölgeni adam niyetine koyarsın birkaç saatliğine.
Anlatacaklarını o dinleyebilir sadece.
Alışkındır nasıl olsa sana.
Güçlüdür, soğuktur, duygusuzdur ve en önemlisi dilsizdir gölgen.
Sen konuştukça o susar, sen ağladıkça kılını kıpırdatmaz, mendil uzatmaz.
Teselli etmek uğruna kalkıp omzuna atmaz elini.
Ben kalkıyorum da demez, sen yıkılmadıkça terk etmez masayı.
Kelimeler delirmişçesine çıkar artık dilinden.
Dizginlemek gelmez içinden.
Nasıl olsa gölgenlesin.
Kadehin birçok kez doldur boşaltlara maruz kalır.
Uyuşmuşsundur tüm iliklerine kadar.
Efendiliğini yaptığın bedenin firar etmiştir senden.
Kalbin ise tüm utangaçlığını terk etmiş, kelimelerin delirmişliğine bir o kadar çılgınlıkla karşılık vermektedir artık.
İçkinin esareti altında olmak gerçek seni çıkarıverir ortaya.
Artık ondan, “şu” ve “bu” diye söz etmeye başlarsın.
Sevmeye kıyamadığın, aldığı her nefesi hayatınla eşdeğer o kadın "şu" "bu" olmuştur.
Herhangi biridir artık o kadın...

Üstüne titrediğin aşkın, kalbinin utangaçlığını terk etmesiyle “aşk meşk yoktur” olmuştur.
Kıskançlığın diz boyu olduğu günler yerini “göz görmeyince gönül katlanır” a bırakmıştır.
Bir erkek elinin “onun” belinde olduğunu düşünmemek için içersin her fırsatta.
Bir erkek dilinin “ona” aşk sözcüklerini fısıldayabileceği ihtimalîni bile düşünmemek için kadehini daha fazla içkiye boğarsın.
Hasretinin tüm ömrünü heba ettiğini bile bile kendini sürgüne gönderirsin çekinmeden.
Sürgün derinlik, vurgun ise derinliğin kaderidir, bilirsin.
Vurguna bırakırsın kendini.
Vurgun umudundur, tatlıdır çünkü. Bunu da bilirsin.
Oysa vurgun yiyen ne zaman iflâh olmuştur ki?
Hangi zalim geri dönmüştür?
Geri dönüp ne zaman seni derinlerden çıkartmış ve göğsüne sarmıştır ki?
Ne zaman?
Herhangi biridir artık o kadın...

Aşkını tek başına bırakandır, avare edendir.
Dost meclislerinde seni tek başına koyup utandıran,
Yalanlarıyla seni dipsiz kuyuya atandır.
Sokakta yürüyen herhangi bir kadındır artık o.
Herhangi bir kadının gözüdür, gözleri.
Herhangi bir kadının kaşıdır kaşları, kirpikleri, elmacık kemikleri.
Herhangi bir kadının saçlarıdır lüle saçları.
Üzerine giydiği mavi palto da herhangi bir kadınındır.
Tüm 36 numara ayaklar da herhangi bir kadının ayakları,
Parmağına taktığı yüzük de herhangi bir kadının yüzüğüdür.
Yüzündeki gülücükler bile herhangi bir kadının yüzündeki gülücüklerdir.
Ne âlemde olduğunu merak etmezsin artık o kadının.
Sağlığını hiç düşünmez,
Yediği lokmaları da saymazsın hayalînde.
Geceleri duan da değildir.
Ne bir filmin repliği, ne de bir şarkının makamıdır.
Yaşadığından bihabersindir.
Kısacası;
Herhangi biridir artık o kadın...

O gün geldi ve ben meyhanede tek başınayım bu gece.
Gerçekten de masanın bir tarafında ben öte tarafında gölgem var.
Gerçekten de gölgem beni dinliyor büyük bir dikkatle.
Ne teselli etmek için kalkıyor yerinden, ne de mendil uzatıyor gözümün yaşına.
Sadece dinliyor.
Uyuşuyorum.
Kelimelerim deli,
Bedenim firarda,
İçkim ise bir doluyor bir boşalıyor kadehime.
Ben, gerçek ben oluyorum artık.
O ise “şu” “bu” oluyor bir anda.
Yani
Herhangi biridir artık o kadın...

vallahi içkiden değil... herhangi biridir artık o kadın...

e.
2007 bahar

27 Kasım 2008 Perşembe

Yine o bildik sabahlardan biri.
Yatak beni çağırıyor, yorgan sarılmayı bekliyor.
Hava puslu, yağmura çeyrek var.
Uyku değil beni yatağa çeken.
Taşınası zor bir yalnızlık,
Altından kalkılması imkânsıza yakın boşluk beni yatağa mıhlayan.
Her sabah bir diğer sabahın kuyruğuna tutunuyor adeta.
Nasıl oluyor da birbirinin aynı olabiliyorlar.
Yanıbaşımda duran ayna bile hep aynı beni gösteriyor.
Kaç kere dua ettim sırları dökülmesi için.
Döküldü de, ama karşımda gördüğüm yine aynı ben…
Yatağını paylaşamamak ne kötü.
İçinde küçücük biri oluveriyorsun sanki.
Çaresiz ve korkak.
Tutunacak bir dal arayan bir saka, bir ispinoz gibi.
Hani o dalı bir bulsan hemen şakıyacaksın.
Sığınacak sıcak bir koyun arıyorsun.
O koynun kokusunu özlüyorsun.
Başını hafif kaldırdığında seni senden alan gözleri arıyorsun.
Hatta gözlerini kapamak istemiyorsun, seyretmek istiyorsun yanında serserice uyuyan ince bedeni.
Saçlarıyla harman olmak istiyorsun, lülelerin içinde kaybolmak.
Burnunu burnuna dayamak istiyorsun tüm nefesini içine çekebilmek için, değme keşlere nazire yaparcasına,
Tek bir soluk dışarı kaçmamacasına.
Dudaklarını dudaklarına teğet geçiriyorsun, öyle alıyorsun tadını, uyanmasın istiyorsun.
Çünkü öyle güzel uyuyor ki.
Sağındaki solundaki meleklerin kıskançlıktan çatlama seslerini işitiyorsun.
Şaşırmıyorsun bu fesatlığa, zira alışkınsın.
Gece sabahın ilk ışıklarına tutunma çabalarındayken, sen almışsın bu kez koynuna bu güzelliği.
Öyle sarmışsın ki terler karışmış her iki bedene.
Alına bırakılan günaydın busesi, umutlu bir günün müjdecisi oluyor adeta.
...
Ne sabahlarda arıyorum kabahati, ne de aynalarda.
Kader desem,
O da kabahatsiz.
Aşağıdaki komşunun da yok,
Gece boyunca arka bahçede miyavlayan kedinin de,
Karşı apartmanda yaşayan üç kız kurusunun da yok kabahati.
Telefonumu çaldıran sapıkların,
Apartman merdivenlerini silen kadının,
Yan dairede ağlayan bebeğin,
Çatımda cirit atan her biri piliç büyüklüğündeki martıların,
Sokaktan geçen narası bol sarhoşların,
Sürekli pencere camıma vuran yağmur damlacıklarının da yok kabahati.
Kimsenin yok günahı gitmende.
Benim de yok.
Senin de yok.
Kimsenin yok.
Zamanımız dolmuştu sadece...
Nasıl olur da “beni terk etti” derim senin için?
Yatağımı paylaştığım,
Ruhumu bölüştüğüm,
Yalnızlığı kovduğum,
Hüznü def ettiğim,
Acıyı tatlıya kardığım,
Gözlerinde kaybolduğum,
Bedeninle coştuğum,
Sevdamızı büyüttüğümüz koca yüreklerimiz hatırına,
Nasıl olur da “beni terk etti” derim senin için?
Varsın ihanetin halkası geçsin boynuma.
Varsın sevgin bitsin, fırlatıp at bir kenara benle dolu kalbini.
Varsın bir daha arama; günlerce, haftalarca, aylarca.
Hatta yıllarca...
Yine de suçlamayacağım seni.
Bağırıp çağırmayacağım avazım çıktığı kadar.
Sorularla bunaltmayacağım, gidişini sorgulayan.
Çünkü pişmanlığın yaktığını bileceğim o yüreğini...
Mutlu musun da demeyeceğim.
Çünkü mutsuzluğunu yüzüne vurmayacağım...
Seni sevdiğimi de söylemeyeceğim artık.
Çünkü katı kalbin hatasını anlayacak bir gün...
Seni suçlayamam ben.
...
Tozlandım sensizlikten nazlım.
Yosun tuttum,
Paslandım.
Tek kişilik saklambaçtan bıktım, usandım.
Yoruldum beklemekten;
Tek başıma sevmekten,
Kıyıda sensiz yürümekten,
Çayımı yalnız içmekten.
Bugün kapatıyorum bu sevda kapısını.
Açılmamacasına...
Sakın üzülme, kırılma da.
Gidişin ne benim kabahatim, ne de senin.
Zamanımız dolmuştu sadece...

biz masumuz hakim bey... sakın sorma “katil kim” diye...

e.
2007 kış

26 Kasım 2008 Çarşamba

Sen tozpembe hayallerimin dördüncü katındasın.
Ruhumun dar merdivenlerini, yıllanmışlığına aldırmadan hızlıca çıktın.
Her basamak fırtınalı hayatımı anlatıyordu sana.
Biliyordun.
Ancak yine de vazgeçmedin, yukarı doğru adımlarını daha da hızlandırdın.
Sen şimdi yukarı çıktın ya, artık gönül apartmanımda giriş kat diye bir şey yok.
Sadece dördüncü kat var.
Hep orada kal.
Orada sana kalbimin en geniş salonunu açtım. İstediğin gibi yaşa.
İstemem senden başka bir şey.
Sadece orada olduğunu bileyim yeter.
Konuşma bile.
Bana, o buğulu, içi gülen ve derinliğiyle hayatımı ısıtan gözlerin baksın yeter.
Biliyorum, bir gün gelmeyeceksin dördüncü kata.
Ruhuma.
Gidecek ve unutacaksın.
İyisi mi şimdilik bunu düşünmemeli, sen yalnızca misafirliğinin tadını çıkarmalı, bense senin yürek çarpıntılarınla avunmalıyım.
İstediğin yerde oturup, istediğin yerde yatabilirsin.
Sadece orada kal.
İstersen çık dolaş. Başka başka yerlere git.
Ama yine dön gel.
Gitme temelli.
Hem oradan bir başka görünür dünya.
Bahçeler başka yeşildir, başkadır çiçeklerin renkleri.
Erguvanlar bir başka bakar sana, papatyaların sarısı beyazıyla bir olup cümbür cemaat sana gelir olurlar.
Gece olup da başını gökyüzüne kaldırdığında yıldızların dansını seyredersin sonsuz sahnede bir süre.
Kimi tango, kimi sirtaki yapar gibi görünürler.
Böyledir işte dördüncü kattan görünen dünya.
Bir odasını meyhane yaptım bu katın.
Sırf senin için.
Uğramadığın zamanlar, yorgun ruhum orada huzur bulsun diye.
Biraz rakı, biraz su, biraz müzik ve sadece sen.
Öyle sessiz olur ki sensiz bu kat.
Nefessiz, kokundan uzak, gözlerinden mahrum.
Sarılmalar öksüz.
Kalbim de pencerelerini sıkı sıkıya kapar olur gelmediğin zamanlar.
Çünkü gece çekilmez oluyor, saatler alıp başını gitmiyor burada olduğun gibi. Akreple yelkovan küs oluyorlar, ilerlemiyorlar.
Bu katın her yanı toz toprak kaplanır olur yokluğunda.
Anılarımın üzerindeki bir parmak toz, kapağı kaldırmamam için öyle ağırlığını koymuş ki cesaret edemem açmaya.
Eğer açarsam, biliyorum ki senden başka hiçbir şey yok içinde.
...
Saat zor da olsa ilerliyor.
Hala yoksun.
Dördüncü kat hala sensiz, sessiz.
Belki birazdan “Ben geldim” diyen sesine gözlerindeki aşk eklenmiş olarak geleceksin.
Belki yarın...
Öbür gün...
Daha öbür gün...
Ama ya diğer gün...?
Diyorum ya;
İşte o gün gelmeyeceksin.
Unutacaksın.
Gözlerinden kalbime kurduğun aşk yolu boş kalacak.
Teninden burnuma takılan kokun ise poyrazın eşliğinde başka bir tene gidecek.
Ağzından çıkan “Sadece sen” kelimeleri ise susacak, yan yana gelip bir cümle oluşturamayacak.
Ben şimdiden dördüncü katın balkonundaki saksılarda çiçek yetiştirmeye başladım.
Gelmezlere takıldığında, sen sen koksun diye tüm ruhum.
Mesela;
Fesleğen fesleğen.
Şimdiden meyhanemi doldurdum anason kokularıyla.
Şarkılar ise yıllanan ruhumu kandırmak için sırayla çalacaklar köşedeki pikapta.
O da tamam.
Hazırım artık kapının çalmamasına.
Sensizliğe.
Sessizliğine.
...
Dördüncü katın zili çalmıyor.
Saat zaten çoktan vazgeçmiş her şeyden
Yoksun işte. Yoksun kere yok.
Acaba bu gün hangi gün?
Bu gün mü?
Öbür gün mü?
Daha öbür gün mü?
Yoksa...

olsun... yine de dördüncü kat senindir...

e.
2005 yaz

25 Kasım 2008 Salı

Yosunlu bir kayanın ardına saklanan kadın;
Hüzünlü bir yüz,
Ağlamaklı gözler,
Umudunu yitirmiş bir gönül.
Ne yosununa aldırmış kayanın ne de rutubetine.
Öylesine saklanmış, yaslanmış.
Anaç kalpli kadın dalgın gözlerle bakıyor denize.
Liman gibi görmüş yaşlı bedenini yıllarca.
Poyrazlara, lodoslara biraz da keşişlemeye kafa tutmuş.
Yıpranmış, kırılmış olsa da derinden, hâlâ yerinde, dimdik.
İnatla bir gemi bekler.
Oysa ne gemiler geldi demirledi bu limana.
Rüzgardan savrulan bordası* yaralanan mı,
Fırtınadan seren’i** kırılan mı,
Sintinesi*** su alan mı...
Hepsi yanaştı bu limana.
Onardılar gemilerini, aldılar erzaklarını.
Liman o mağrur duruşuyla sapasağlam yolculadı bu gemilerin tümünü.

Ama bir gemi var ki...
Uğramadı hiç.
Hep alargada**** kalmayı tercih etti.
Neden yanaşmadı limana?
Sığ mı sandı acaba suyu?
Yoksa limana atacağı halatları mı eskimişti?
Belki türlü limanlara uğramaktan sıkılmıştı.
Bu limanı da diğerleri gibi mi sanmıştı acaba?
Oysa bilmedi bu limanın onca savaşının sırf o gemi için olduğunu yıllarca.
Hiç bilmedi, onun için poyrazla ettiği kavgaları, dalaştığı lodosu.
Temelindeki yosun istilâsına da ses çıkarmadı.
Sağına soluna yapışan fuskalar***** bile yıldırmadı onu.
Hatta yanaşan gemilerin hoyratça darbelerine bile bana mısın demedi.
Hep o gemiyi bekledi.
Küçük bir gemiydi bu.
Direği mavi beyazdı.
Pek fazla bir özelliği de yoktu aslında.
Ama ille de o gemi.
Küçük, mavi beyaz direkli gemi...

Bugünlerde serin Ege’nin havası.
Bulutlar güneşi saklıyor.
Ağaçlar kederli, yapraklarını döküyorlar.
Deniz küskün, soğumaya yüz tutmuş suları.
Sonbahar geldi Ege’ye.
Şimdi o kaya daha da ıslanacak rutubetten.
Ardına gizlenen kadın ise tekrar bekleyecek baharı.
Yüzüne mıhlanan hüzün,
Gözlerinden süzülen yaşlar,
Umudunu kör bir kadere bağlamış bu kadın yine orada olacak.
Yaşlardan arta kalan gözleriyle engin denize bakacak.
Yine yanaşacak gemiler.
Onu selâmlayacak bazıları.
Bazılarıysa hoyrat davranacaklar.
Hiç biri umurunda olmayacak, acıtmayacak yüreğini.
Çünkü o hep küçük gemisini bekleyecek bir yerlerden.
Direği mavi beyaz olan gemi belki de çapasını açıklarda atmayacak.

Kar, kış, kıyamet, fark etmez.
Yeter ki gelsin artık, bitsin bu hasret.
Liman yorgun, liman kırgın zira, daha ne kadar dayanır bilinmez.
Sadece bir gün.
Hiç olmazsa önümüzdeki bahar, bir gün...


kaderidir özlemler limanın...

e.
2007 yaz


Borda* : Gemide su kesiminden yukarıda kalan kısmına verilen isim.

Seren** : Gemilerde bulunan büyük yelken direği

Sintine*** : Bir teknenin/geminin su hattı altında kalan iç kısımdır.

Alarga**** : Günlük denizcilik dilinde, yanaşmadan önce demirde beklemek anlamını taşır.

Fuska***** : Çok değerli, çift kapaklı bir mollusk türü olan deniz canlısı.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Gidenin ardından konuşulmaz…
Her ne kadar derin izler bıraksa da giderken,
Yine de konuşulmaz.
Ama ya kalp?
Onu susturmak mümkün müdür?
Dili susturmak kolaydır,
Konuşmam dersin konuşmazsın,
Biraz da inat…
Ama ya kalp?
Sus desen olmaz,
Dur desen anlamaz.
Zordur vesselâm.
Gider gitmez başlar hayıflanmaya,
Çünkü dil gibi değildir.
Vefayı iyi bilir;
Aşkı,
Sevgiyi,
Ter edilmeyi,
İhaneti
Ve ardında da,
Derin sızıyı…
Kalp böyle bir şey işte;
Gözü vardır,
Lakin
Gözyaşı yoktur,
Hüngür hüngür, için için ağlamaz.
Hesap kitap işinde çok ustadır,
Öyle çeteleler tutar ki
Benim diyen mahkûm bile hayretler içinde kalakalır.
Biraz acımasızdır yani,
Az buçuk kini de vardır.
Nedir, yine de narindir kalp,
Örselenmeye gelmez,
Büker boynunu.
Kötü sözlere dayanamaz,
Kem gözlere de.
Böyle anlarda susmanın dilinden iyi anlar…
Giden gitmiş bir kere;
Ağıtlar yaksan ardından,
Yaksan da hatıraları,
Öldü artık dese de dilin,
Çare yok;
Kalp yaşatır onu ta fecre kadar…

e.
2008 kış

22 Kasım 2008 Cumartesi

Bu on yaşındaki bir çocuğun hikayesidir...
On yaşındaki çocuğun aşkı anlamaya çalışması, hatta anlamasıdır.
Aşkı yaşlanacağı yıllara kadar içinde saklamasının hikayesidir.
Aslına uygun... Derincesine...
...
Otuz sene önce bir mahalle...
Öyle bir mahalle ki, geçmişin saflığını yaşayan mahalle, günümüz çirkefinden eser olmayan mahalle.
Komşuluğun, insanlığın tavan yaptığı yıllar.
Aşkın aşk gibi, sonuna kadar yaşandığı mahalle.

Feriha...
Feriha adında bir kız vardı mahallede.
Yirmi iki yaşında ya var ya yok.
Babası yoktu, bir anneciği vardı, bir de erkek kardeşi.
Köprülü Pasajı adındaki handa bir giyim mağazasında çalışırdı.
Namusluydu köküne kadar.
Kumrallığın bu kadar yakıştığı bir kız böyle olabilirdi ancak.
Saçları uzun, sarıya yakın ancak sarı değil.
Gözler elaya yakın ancak tam ela değil, kahve rengi.
Yok, yok...
"Kahpe rengi" gözleri olan bir kızdı.
Boyu fidan gibi.
Dudaklarına musallat olan davetkâr gülümse akılları baştan almaktaydı.
Yanakları yerine göre al al olan bir kızdı Feriha.
Ayaklarında terlikler sokakta salına salına yürürdü.
O zamanlar sokakta terlik giyenler hafif meşrep tabi.
Olsun, Feriha'nın umurunda mı?
Merdivenli bakkalın altında, bodrum katında otururlardı.
Yakışmazdı ona o yer.
O, beşinci katta oturmalıydı aslında, en tepede.
Sokakta yürümeye başladığında rüzgârın da yardımıyla bir koku salardı etrafa.
Rüzgâr estiğinde bu kadar mı güzel olabilirdi bir kadın.
Bu kadar mı güzel kokabilirdi...?
O saçları bu kadar mı ahenkle uçuşurdu?
Bu kadar mı hüzün yakışabilirdi yüzüne?
Bu kadar mı yakışırdı gözyaşı ve bir o kadar gülmek?
Bir afetti Feriha...

Ayhan Abi...
Mahallede bir de Ayhan Abi vardı.
Göçmen, yağız delikanlı.
Güzel futbol oynar, asayişin hakkını verirdi mahallede.
Zamanın gençleri saygı, çocukları da sevgi de kusur etmezlerdi ona.
Annelerin sevdiği, çocuklarına örnek gösterdikleri abiydi o.
Ailesi muhafazakâr ama kendisi asiliğin baş karakteriydi.
Nasıl beceriyorsa beceriyor, aileye çaktırmıyordu bu asiliği.
Harbi adamdı Ayhan Abi...
Mangalları kıskandıracak bir yüreğe sahipti, kocaman.
Ayhan Abi aşıktı.
Feriha’ya...
O koca mangal gönüllü eriyordu Feriha'nın gözlerinde, gülüşlerinde.
O delikanlı gidiyor, yerine muhsin bir erkek geliyordu.
Mahallenin asayişi mola veriyordu Feriha'lı dakikalarda.
Yaşamın tadı da oydu, tuzu da.
Feriha...
Gönlü erimiş bir çelik gibiydi Ayhan Abi Feriha'nın karşısında.
Savunmasız ve bir o kadar çaresiz.
Merdivenli bakkaldan ne lüzumsuz alışverişler yapardı.
Kimi zaman bir tıraş bıçağı, kimi zaman bir diş macunu.
Bodrum katına yakındı ya...Yeter.
Arkadaşlarıyla Merdivenli Bakkalın ilk basamağında sohbet ederdi sabahın ilk saatlerine kadar.
Bilirdi sesinin "bas" olduğunu ve duyuracağını Feriha’sına...

Feriha ise yatağında zorlu yeni güne hazırlanırken Ayhan’ının sesiyle huzura ererdi.
O "bas" ses ona ninni gibi gelirdi.
Huzuru bulduğu sesti Ayhan’ının sesi.
Ömrünü adayacağı can’ın sesiydi,
Hayâllerini kurduğu sevgilinin çığlığıydı ,
Gördüğü güzel düşlerin kahramanıydı,
Hasretini çektiği babanın, koruyucu meleğinin sesiydi o ses.
Sabah olur her şey yeniden başlardı.
Feriha mağazaya,
Ayhan, baba yadigârı altın atölyesine.
Akşam paydos olduğunda kıçı kırık parkta buluşurlardı.
İki ara bir dere söylenen aşk sözcükleri tüm günün özlemini giderirdi adeta.
Ayhan’ın “seni seviyorum” ları bir salıncakta, “ömrümsün” diyen Ferihanın çığlıkları diğer salıncakta.
“Sensiz olamam” haykırışları ise tahterevallinin her iki tarafında yankılanırdı, bir aşağıda bir yukarıda.
Mutluydular o yarım saat içinde... Hem de çok...
Ya akşam olduğunda...
Her şey sarpa sarardı.
O delikanlı Ayhan Abi evinde ailesine boynu bükü kalırdı her nedense, savunamazdı aşkını.
Delikanlı bir yüreğe ters düşse de bu vaziyet, tıkanıyordu sanki ana baba karşısında, tek laf çıkmıyordu ağzından.
Aşamıyordu bu sarp engeli.
Feriha da öyle...
Davul bile dengi dengineydi annesi ve kardeşince.
Ayhan kim Sen kim...?
Olmaz bu sevda...

Günlerden bir gün...
Ailesi resti çeker Ayhan Abi’ye.
“Bu kız hafif, ailemize yakışmaz”
Ya “BİZ”, ya “O”
Ayhan Abi değerleri olan insan, aile önde.
Ama ya aşk...?

O sene ayrılıyor bu iki aşık.
Biri bir yana, diğeri öte yana.
Gözler birbirine kenetlenmiş, ancak çaresizlik ön sırada.
Savruluyorlar, hoyratça...
“Gitme kal “ yalvarışları sessiz bir çığlığa tutunmuş.
Gözler donmuş,
“FERİ” bir yerde “HA” sı bir yerde.
Bir araya gelmemecesine...
...
Feriha bir Belçikalıyla evlendi o sene.
İstemedi bir Türk’le evlenmek.
İstemedi bu havayı solumak.
İstemedi Ayhanlı bir hayatı.
Yaşayan bir ölü havayı nasıl soluyabilirdi ki?
Gitti Feriha...
Telli duvaklı gelin oldu.
Mahalle yarı yasta yarı düğünlerde.
Gitti Feriha... Gözyaşlarını saklaya saklaya...

Bir sene sonra kucağında çocuğuyla geldi Feriha Belçikadan.
Nurtopu gibi kızı vardı.
Ayhan Abinin de kızı vardı.
O da evlenmişti, bir Türk kızıyla.
Üstelik Üsküplüydü, memleketli...
...
Bu on yaşındaki bir çocuğun hikayesidir.
On yaşındaki çocuğun aşkı anlamaya çalışması, hatta anlamasıdır.
Bu çocuk şimdilerde büyüdü.
Kocaman adam oldu.
Ama aşkı unutmadı.
Aşkın ne olduğunu hâlâ biliyor.
Aşk denince aklına ilk önce;
Feriha ile Ayhan Abisi geliyor.
Acı da olsa...

nasıl çekmem kadere ah...? nasıl...?

e.
2007 yaz

21 Kasım 2008 Cuma

Bir oyun oynadık.
Oynandı ve bitti...
Ne bir şeyler aldık ne de istedik.
Ne bir kırgınlık var gönlümüzde ne de pişmanlık.
Değil mi ki aşk başlarken terk edilmeyi göze almak.
Ağlamaya, sızlanmaya hakkımız var mı?
Peki ya şikâyete?
Olsun ki kalbimizin kırılmayan tek bir parçası kalmadı.
Olsun ki gözlerimiz yaşlarla yıkandı.
Olsun ki yokluğu gördük her bir adımımızda.
Olsun ki seslerimiz sessizleşti kulaklarımızda.
Bir oyundu.
Oynadık ve bitti...
Zaman tükendi.
Zaman tüketti.
Ömürden ömür koptu.
Törpülendi yaşanası günler.
Sensiz geçen günler ne acı.
Zamana yenilmek ne kötü.
Oysa zamana beraber kafa tutmak,
Onunla alay etmek,
Hayatın kanununu yeniden yazmak varken,
Zamanın tüketişine boyun eğdik.
Bir oyuna daldık gitti.
Baştan okumadık hikâyeyi.
Öylesine, hemen başladık, fütursuzca.
Bu olsa olsa fırtınaya kafa tutmak gibi bir şeydi.
Asiliğe asilikle cevap vermekti.
Dünyayı umursamaz bir alayla hafife almaktı.
Konulmuş kuralları aşmak istedik biz,
Kırmak istedik gerçekliğin prangalarını.
Bu yalan hayatı aşmak istedik seninle ben.
Gidişlere dur demek istedik.
Özlemlere set çekmek,
Sevdalara sevda katmak istedik.
Olmamış güzelliklerin hayâlini kurduk.
Nefesimizi nefeslerimize kilitlemek istedik,
Gözlerimizi gözlerimize mıhlamak,
Tenlerimizi tenlerimize sunmak istedik.
Korkmadık bu hayâlleri kurarken.
Hiçbir şey de söylemedik.
Sadece birbirimizi almak istedik,
Başkalarından kaçırmak istedik birbirimizi.
Ellerimizi ellerimize kenetledik,
Kaçtık.
Bazen koştuk delicesine, düştük.
Tekrar kalktık.
Bu oyunu devam ettirmek için çırpındık.
Sarıldık,
Kimselerin bir daha sarılamayacağı gibi sardık birbirimizi.
Hani biri bulsa bizi çözemesin diye, öylesine sımsıkı sardık.
Ağladık başbaşa vererek.
Sildik yanaklarımızdan süzülen yaşları.
Güldük katılırcasına.
Yüreğimiz temizlendi, kirden pastan.

Yol ayrımına gelmiştik, farkında olmadan.
Birdenbire.
Oyunun kuralını değiştiremedik.
Zamanın tükenişine,
Zamanın tüketimine yenildik.
Işığımız sönmüştü aniden.
Kuşların ötüşmeleri susmuştu.
Güneş batmış, karanlığın zifiri basmıştı her yanı.
Eller kopmuştu birbirinden.
Savrulduk hoyratça.
Parçalara ayrıldık, bir daha bir araya gelmemecesine...

Bir oyun oynadık.
Oynandı ve bitti.
Değil mi ki aşk başlarken terk edilmeyi göze almak.
Ağlamaya, sızlanmaya hakkımız var mı?
Peki ya şikâyete...?

kimseye etmem şikâyet...

e.
2007 yaz

20 Kasım 2008 Perşembe

Herhangi bir tren istasyonu…
Bir hayli uzun görünüyor göze.
Tren kalkış saati; on dokuz kırk beş.
Daha vakit erken, uzunca yolun hakkını vermeli ağır aksak yürüyüşle, sindirerek.
Vedaların kasvetli hüznü sarıyor ruhu kalkışa on beş kala.
Nedir, derinden gelen belli belirsiz bir melodi sıkıntıya mola verdiriyor kısa süreliğine.
Adımlar daha bir kendini bilerek atılıyor sese doğru.
Tınısıyla insanın yüreğini yerden yere vurarak darmadağın eden bu ses...
Evet, bu ses;
Bir Kanun sesi…
Bu tınıya belli belirsin eşlik eden hüzünlü bir erkek sesinin iç paralayıcı melodisi kulaklardaki yerini sabitliyor adeta.
Sanki kanunun tellerinden yayılan melodi yalnız değilmiş de insan sesiyle bir bütünmüş gibi, öylesine doğal öylesine bütün.
Adımlar adrese teslim ediyor bedeni ve hatta kulakları.
Temiz pak bir adam,
Yaş elliyi iki bilemedin üç geçmiş.
Tıraşlı yüzüne bir tebessüm peydahlanmış,
Yakışmış.
Ama ya gözleri…
Görünmüyor,
Kara bir gözlük var.
Olsun, varsın karanlık olsun önü, ardı, sağı, solu.
Dudaklarındaki tebessüm ve kanun’un üzerinde dans eden parmakları aydınlıktan öte bir his veriyor ya onu seyredenlere, yeter.
Öyle bir his ve hayranlık ki bu,
Yanındaki kadını son anda fark ettiriyor insana.
Sarı saçları ve kibar giyimiyle, ellisini iki, üç geçmiş yaşamıyla müşfik bir refikayı andırıyor bu kadın.
Gözleri aydınlık bu kadının,
Bir eli adamın omzuna hafifçe dokunur gibi asılı.
Gözleri onu izliyor yarı hayranlık ve sevgiyle.
İkisinin de yüzlerindeki tebessüm yorgunlukla saklambaç oynuyor adeta,
Kıyasıya savaşıyor hayatın ta kendisiyle.
Yorgunluk da hüzün de bana mısın demiyor bu iki sıkı bedende.
Bu dimdik kadın bir de eşlik ediyor mu Sadettin Öktenay ’ın nihavent makamındaki “Günlerdir İçime Çöktü Ayrılık” eserine…
Kalmıyor kelimelere lüzum,
Gerekmiyor bir cümle dahi kurmaya.
İnsanın ruhundan sıyrılası, gözlerinden utanası ve
Aşklarının tümünü silesi geliyor yaşamından.

Su gibi, bir gülüşün anlık mutluluğu kadar çabuk geçiyor zaman.
Tren sireni vedayı haykırıyor kanun’un nahif notalarına inat.
Yok mu birkaç dakika daha kondüktör?
Bir şarkılık zaman da mı yok?
Yok değil mi? Sen de haklısın.
Olsa ne olacak ki hem,
Değil mi ki veda yanı başımızda,
Ha çaldı ha çalacak kapıyı…

Tuhaf bir gidiş bu gidiş;
Bir bilet,
Bir küçük bavul,
Uzunca bir istasyon yolu,
Sonrasında
Bir parça hüzün,
Bir parça kanun,
Bir parça müzik,
Bir parça aydınlıktan öte gözler,
Bir parça müşfik kadın
Ve koca bir parça;
Tebessüm
Tuhaf bir gidiş bu gidiş…

hayat bu olmalı… bir el omuzda, hafifçe dokunur gibi asılı…

e.
2008 yaz

19 Kasım 2008 Çarşamba

Kıyıda bırakmıştım seni.
Sene bilmem kaç.
Aylardan bilmem neydi.
Aslında hiç konuşmamıştık.
Ayrılığın nasıl geldiğini de anlamamıştık.
Hele vedanın nereden vurduğunu…
İşte onu hiç anlamamıştık.
Kıyıyı döven dalgaların sesiydi belki de belirsizlik nedeni.
Ya da martıların müstehzi kahkahaları…
Veya sessizliğin sesiydi duymamıza engel.
Bir şey vardı.
Yoksa duyardık elvedanın sesini…
O günden beri dünden ödünç alırım seni.
Bir önceki güne sürekli borç takıp dururum.
Mahcubiyetim artar günden güne.
Hâlâ şaşkın hâlâ çaresizim.
Yüreğime sahiplik edemem.
Ruhumu ele geçiren asi misali dinlemez hiçbir teselliyi.
Bir yanı söküp atarken hatıraların acı tatlısını,
Öte yanı inadına yeniden inşa eder daha sağlamcasına.
Uyku gecelerden kaçar,
Gözler kan çanağına döner umarsızca.
Ellerim üşür sıcağın sıcak olduğu mevsimde.
Kalbimse buz keser sevdaların coştuğu baharda.
Kışı saymıyorum bile…
Kıyıdan sesin gelir bazen.
Duyar gibi olurum,
Gülümserim gizlice.
Dönerim sesin geldiği tarafa,
Bir bakarım ki yelkenlinin biri serseri gibi yaka bağır açık rüzgâra kaptırmış kendini.
Anlarım ki aldanmışım yine.
Senin değilmiş o ses, benzetmişim.
Olsun, yine de durur bakarım süzülüşüne yelkenlinin.
Serseriliğine vurulurum.
Olur ya;
Sen de bilmem hangi denizin,
Bilmem hangi kıyısındasındır.
Bakıyorsundur bilmem hangi yelkenliye.
Sen de vurulmuşsundur bu serseriliğe,
İçinden hüzünlü bir türkü tutturmuşsundur belki.
Tıpkı benim tutturduğum yanık bir Ege türküsü gibi...
Rüzgâr bu ya;
Seslerimiz buluşur belki,
Bilmem hangi mevsimin
Bilmem hangi ayında
Bilmem hangi kıyıda…


Bilmem hangi meyhanenin bilmem kaçıncı masasındayım
bilmem hangi gün…

e.
2008 kış
bilmem hangi ay

18 Kasım 2008 Salı

Sen istemesen de,
Beni isteyen var.
Bugün ona gittim,
Koşarak, heyecanla ve izahı olmayan bir umutla…
İlk, kokusuyla karşıladı beni;
İçime çektikçe sarhoş eden,
Başımı döndüren kokusu…
Sonra neyi var neyi yok her şeyiyle bana teslim oldu.
Ne bir soru sordu ne de bir cevap bekledi.
Sadece açtı kollarını,
O kadar…
Karşılıksız sevdi beni.
Yıllar boyu süren aşkıma gözünü kırpmadan karşılık verdi.
Geçmişimi sorgulamadı, yaşadığım anı da,
Hatta geleceğe dair planlar bile yaptık baş başa.
Aklımıza, yüreğimize ne geldiyse konuştuk açıkça.
Kaçmadan, küsmeden,
Tüm içtenliğimizle.
Kendimi ona ait hissetmeye çalıştım.
Bir ara gözlerimi bile kapadım, öylesine mutluydum.
Öylesine kendimi ona ait hissetmiş ve bırakmıştım kollarına.
Eşine az rastlanır bir teslimiyet içerisindeydik.
O mutlu, ben mutlu…
Yanı başında oturdum, usulca.
Şöyle ayrılık acısı gibi birer memleket kahvesi içtik, yanındaki su ise şerbetti sanki.
Sonra, bir de limonlu çay, günün tüm pasını almıştı adeta.
Başımı gökyüzüne çevirdim bir an,
Yüzlerce kuş göç yoluna koyulmuşlar, gökyüzünde süzüle süzüle yaptıkları dans ile biz aşağıdakilere adeta görsel bir şölen sunuyorlardı.
Sanki mutlu ve umutlu bir veda vardı kanatlarında, bir dahaki yaz buluşma ihtimalinin verdiği heyecanla dolu.
Ne garip,
Vedalar hüzünlü, keder dolu ve bir o kadar ölümcüldür oysaki.
Kuşlardan alacağımız derslere bir yenisi daha mı eklenmişti nedir?

Her ne olduysa, başımı gökyüzünden yere indirdiğimde sen geldin hatırıma.
Sen de böyle bir yaz günü gelip yerleşmiştin kalbime.
Katı kalbin uzun zamandan sonra ilk kez atmıştı deli gibi,
Durduramıyordun kendini,
Aşkını her an fısıldıyordun kulağıma.
Beni de sürüklemiştin peşinden, yıllardır kurduğum hayallerime hayaller katıp.
Mutluluğa mutluluk katılmak üzereyken, hiç mevsimi değilken göç hazırlıklarına başladın birden bire.
Oysa yaz yeni gelmişti.
Havalar yeni ısınmış gönüller yeni yeşermişti.
Yürekler bir çınar gibi kök salacak ve bu kökler bir daha asla sökülemeyecekti yerinden.
Nedir, bunlar sadece bir temenniden öteye giden düşüncelerden başka bir değildiler.
Bir gün göç ettin bir daha geri gelmemecesine.
Hâlbuki bu adaya her sene yaz gelir.
Sıcak olur buralar, sımsıcak hem de…

Bu yüzden buraya geldim bugün.
Bu yaz da hasret gidermek istedim adayla.
Hiç tereddüt etmedi kucaklarken beni.
Zalim değildir,
Sevgisiz de değildir,
Bencil hiç değildir.
Kaşla göz arasında seni de sordu;
“Nerede bu hayırsız” diye,
Biliyordu o da,
Nasıl da yakışıyordunuz birbirinize,
Ada, sen
Ve
Bir de ben…

özlüyorum…

e.
2008 yaz

17 Kasım 2008 Pazartesi

Günden çok gecelere sormak gerek seni.
Ne zaman akşam geceye teslim olur,
O zaman gelirsin saplanırsın yüreğime.
Öyle böyle değil,
Derin bir acıyla irkilirim,
Beynim ve gönlüm hareketsizce durur.
Senden bir haber getirmiş gibi dalarım gecenin gizemine.
Daha da öte, sanki seni alır getirir yanıma,
Kollarımın arasına bırakır usulca.
İşte o zaman severim geceyi,
Tüm karalığına, yalnızlığına rağmen gülümserim.
İstisnasız her gece yaşarım bu mutluluğu.
Sonra hayallerim ortaya çıkar,
Gecenin sessizliği ve bakirliğine katarım hayallerimi,
Tıpkı yıllar boyu hiç sektirmeden yaptığım gibi.
Seni sararım,
Nefesine dalarım,
Gözlerinde kaybolurum.
Bilmem kaç gece geçti böyle,
Sen sen olmaktan çıkmış sadece benim ruhum olmuştun.
Benim parçamdın kısacası.
Hiç şikâyet etmedim bu halimden,
Seni sevmekten,
Seni özlemekten,
Seni beklemekten
Ve
Sensizlikten,
Hiç şikâyet etmedim…


e.
2008 sonbahar

15 Kasım 2008 Cumartesi

Biz ayrıldık.
Görüşmeyeceğiz artık,
Telefon bile yok,
Mektup da öyle…
Sabah kalktığımda akla ilk gelen olmayacaksın,
Yüzümü yıkarken aynada suretin olmayacak,
Ellerinin dolaştığı saçlarım bundan böyle dağınık kalacak,
Ara sıra yapılan sıkıcı kahvaltıda öte taburede yerini almayacaksın,
Portmantoda asılı ceketi kendim giyeceğim,
İskarpinlerimi keratasız geçireceğim ayağıma,
Basamaklarını beraber saydığımız çinili merdivenlerden bir çırpıda ineceğim.
Sokakta yürürken kendi kendime,
Gülmek, ağlamak kendi kendime,
Yalnızlık, kendi kendime.
Biz ayrıldık,
Görüşmeyeceğiz artık…

e.
2008 kış

14 Kasım 2008 Cuma

Maviydi her yer ben seni sevdiğimde.
Anamın yüzü bile maviydi.
Babam gülümsüyordu.
Sokakta top oynayan çocukların,
Köşe bakkalın,
Kaknem cam kuşu Pakize bile maviydi.
Deniz bir başka maviydi,
Balıklar kendilerinden geçmişlerdi.
Güneş sarısını boyamıştı yeniden.
Yıldızlar parlatmıştı bedenlerini.
Hava yaşam yaşam kokuyordu.
Özlemler vuslatlarda,
Gönüller bayramlardaydı.
Maviydi her yer ben seni sevdiğimde.
Ruhlar sarhoş,
Aşklar selamdaydı.
Çünkü ben seni sevmiştim,
Sadece seni…

e.
2008 umutlu sonbahar

13 Kasım 2008 Perşembe

Eğer içim içime sığmıyorsa;
Sevinçten kudurmuş gibiysem,
İsterim ki sarmaşık gül sarsın dört bir yanımı.
Öyle ki, ana gibi bir kucak olsun.
Rengi fark etmez,
Samimiyeti var bir kere,
Sıcaklığı desen tartışılmaz…

Eğer bir dostu özlersem;
Gerçek bir dost ama
İsterim ki zeytin ağaçlarının arasında kaybolayım.
Öyle ki, ağaçların yanından geçerken dalları omzuma dokunsun, sırtımı sıvazlasın.
Zeytin vermeseler de olur,
Yarenliği var bir kere,
Vefası su götürmez…

Eğer yalnızlığı özlemişsem;
Melankoliye bulanmayı göze almışsam,
İsterim ki kekik kokuları doldursun tüm ruhumu.
Öyle ki, her kokladığım şey kekik koksun,
Sadece onunla ben kalayım.
Yalnızdır çünkü kekik,
Sıkı bir münzevidir…

Eğer birini sevmişsem;
Kalbim tam anlamıyla atıyorsa,
İsterim ki manolya bahçesine düşeyim.
Öyle ki, saflığı işlesin tüm benliğime.
Nazenin tavrı yaksın yüreğimi.
Bilirim ki;
Solarlar, eğer sevdiceğinden başkası koklarsa bedenini,
Küserler hayata, bir daha açmamacasına…

Bak şimdi,
Canım manolya bahçesi çekti…

e.
2008 sonbahar
Sağlam durmak gerek hayatın karşısında;
Biraz acımasız,
Biraz bencil,
Çokça da dirayetli…
Güldüğünde tebessümünün ardında somurtkanlık hazır beklemeli.
Samimiyetinin perde arkasında da güvensizlik olmalı, olası bir durumda anında sahne almak üzere.
Gönlünü kaptırmışsan bir kula, bir an bile düşünmemeli sevmeli derinden.
Ama… Kalbinin yarısı buz kesmeli yine de.
Rakını içerken derinlere dalmalı, coşmalı, bırakmalı ruhu o saflığa.
Ama… Koca şişe bitmeli ve sen evin kilidini tek hamlede açmalısın.
Dost, arkadaş sırtını sıvazlamalı.
Ama… Sen ertesi gün hepsinin unutmalısın isimlerini.
Vesaire, vesaire…
Kısadan, önemlisi;
Hayatın gözlerine bakmak gerek,
Korkmadan,
Emince,
Usta bir cesaretle,
Gözünü kırpmadan,
Ta içine bakmak gerek hayatın…


hayat kalbi sever, kalp zayıftır çünkü…
hayat aklı sevmez, zira bir sıfır mağlup başlar hep…
e.
2008 yaz


10 Kasım 2008 Pazartesi

Ben seni sevmedim,

Ben sana yanmadım,

Ben aşkını sevip, aşkına yandım.

Yanına her gelişimde yüreğim aşkın için attı,

Gözlerine her bakışımda aşkı gördüm,

Aşkının bana bakışını seyrettim,

O küçük bedeninin titremesini hissettim, tüm benliğim sarsılırken.

İçine aşkının karıştığı kesif gül kokunu çektim içime.

Dilinden çıkan ağır aksak mahcup sözlerini dinledim.

Ayrılmak istemedim yanından bir kez olsun,

Mıhlanıp kaldım iskemleye.

Ne yalan söyleyeyim;

Ben de heyecanlıydım çokça.

O an ne parasızlığım,

Ne de senin erişilmezliğin gözümdeydi.

Hani insan kendini deli bir rüzgâra bırakır ya

Kapılır gider binbir mutlulukla,

Öyle bir şey işte…

Mutluluk kırıntısı denilen bu his ancak böyle yaşanabilirdi,

Seninle,

Senin yanında…

Ne de olsa ben seni sevmedim,

Sana yanmadım.

Aşkını sevip, aşkına yandım aslında.

Ben hâlâ aşkına aşığım senin…
e.
2008 kış