31 Ocak 2009 Cumartesi

Hüzünlü yüzler,
Ağlamaklı gözler.
Kalbin dayanamadığı anlar...
Alınan bir haber;
Kötü,
Çirkin,
İyi,
Güzel
ve
Gözlerde beliren yaşlar...
Ağlamaklı olur o güzelim yüzler.
Kimi hüngür hüngür, kimi içli içli.
Hıçkırıklar, boğazda düğümlenircesine keskin.
Mavi bir göz, su buğusuna dönüşür aniden,
Parlasa da fark edilmez.
Yeşil de öyle, kahve de, kara da.
Fark edilmez.
Sadece gözyaşı rengi hâkim olur gözlerde.
Bilinmeyen, dile gelmeyen bir renk...
Gönül yarasında; kara kara akar,
Hasrette; gri gri,
Küskünlükte; limoni,
Kavuşmada; ak ak,
Sevda buluşmalarında ise deniz mavisi.
Böyle olur gözyaşının rengi,
Böyle akar yaşlar gözlerden,
Böyle ağlamaklı olur yüzler...

En iç burkanı ise, titreyen bir çenedir.
Dayanamaz hiç bir yürek, hiç bir gönül.
Sanki çenedeki titreme emri verir gözlere.
Sonrasında gözlerden yüze akseden hüzün belirir bir anda.
Olmadık şarkılar çınlar kulaklarda,
Olmadık sevdalar gelir kalbe.
İç buruntuları başlamıştır artık.
Ağlamaklı gözler nasıl bir hâl alıyorsa artık,
Yüze vuran hüzün dayanılmaz acı verir yüreklere.
Ruhu kasıp kavuran acılar,
Gönlü yerle yeksan eden kederler.
Hepsi ama hepsi;
Ağlamaklı gözler,
Hüzünlü yüzler,
Akabinde titreyen bir çeneyle başlar.
Gerisi temiz bir mendil,
Biraz ıslanan yanak
ve
Çokça gönül yorgunluğu,
O kadar...

kalbin yağmurudur gözyaşı... temizliktir...

e.
2007 sonbahar

30 Ocak 2009 Cuma

Kayalıklar üzerinde içilen bir sigara
ve sonrasında çayla noktalanan Aşk.
Duman kadar boş, çay kadar hüzünlü.
Bu kadarmış sana olan aşkım,
anladım…
Biraz deniz,
biraz duman,
biraz da limonlu çay.
Hepsi bu.
Unuttum…
Artık unuttum seni...

e.
2006 sonbahar

29 Ocak 2009 Perşembe

Elma kokulu rüzgâr yine vuruyor,
Vuruyor gönlüme.
Suskun ve yorgunum,
Aşınmış kayalara döndüm.
Islak kumdan yapılan kaleler gibi ruhum,
Bir bozulup bir oluyor.
Sonbahar geldi ya
Gönlümden kopuyor bir şeyler.
Bilemiyorum nelerin koptuğunu.
Sadece, bir kandil gibi sönüyorum her geçen günün ardından.
Karşı kıyının dalga sesleri ses olmaktan çıkıyor,
Dikiliyor karşıma bir anne gibi.
Hesap sorarcasına bakıyor yüzüme,
Solgun, üzgün ve bir o kadar yorgun.
Bitişimi kabullenmeyen bakışlar bunlar.
Bir annenin son çırpınışı öte diyardan.
Rüyanın birindeyim, sessiz.
Uyanasım yok.
Nasıl uyanayım?
Votka esir almış beni.
Üstelik ramazan üstü.
Kaleme varmıyor elim, parmaklarım.
Kalbim bitkin,
Kalbim suskun,
Öylesine durur.
Bir elimde sigaram, diğerinde kalemim,
Ağır ağır sönüyor gönlüm.
Son dalga vuruyor kıyıya,
Son çakılları kopartıp alıyor ruhumdan.
Kendimi atıyorum yıldızların altına.
Nedir, aydınlatmıyor bedenimi, gözlerim alışamıyor karanlığa.
Az ötede yapraklarından vazgeçmiş servi bile küskün,
Hemen yanı başındaki ıhlamur bile kaçırıyor gövdesini benden,
Sığınamıyorum...
Bir dere kenarına varıyorum sabah ezanı üzeri,
Buz gibi suyunu çarpıyorum yüzüme.
Baygın leylak kokusu elma kokusuyla karışmış geliyor.
Rüzgâr çaresiz, ben çaresiz.
Nereye kadar bu yol?
Nereye kadar bu arayış...?

baygınım...

e.
2007 sonbahar

28 Ocak 2009 Çarşamba

Gönül hazana hazırlanıyor.
Ömür törpüsü zaman ise her zamanki gibi,
Hep ileri…
Oysa bu gönül daha baharı yaşamadı,
Açamadı çiçekler gibi.
Nasıl ister böyle bir harcanışı?
Bir ileri bir geriye bile razıydı aslında.
Ama zaman,
Hep ileri…

e.
2008 yaz

27 Ocak 2009 Salı

Gün olur aramak istersen beni,
sormam sana neden aradın diye.
Sadece açarım kollarımı,
bir de kanatlarımı, kocaman.
Varsa eğer; söyleyeceklerini dinlerim.
Susarım, almam tek nefes,
dinlerim.
Sadece dinlerim…

e.
2008 kış

26 Ocak 2009 Pazartesi

İki ucu açık bir aşktı bizimki.
Birbirine kenetlenmiş gibi kördüğüm,
Birbirine kavuşamayacak kadar uzak.
Ömür adanacak kadar gerçek,
Tüm kalpleri fethedecek kadar kutsaldı.
Ama
Tüm kopan aşkların başı,
Asla gerçekleşmeyecek bir Leyla Mecnun masalıydı da.
Bir yandan tünelin ışığı göz alırken,
Diğer yandan bir lâbirent’te kaybolmak,
Karanlıklarda boğulmaktı.
Kâh acıydı, kâh tatlıydı.
Ama
İki ucu gerçek bir aşktı bizimki.
Gerçek bir aşk…

e.
2008 sonbahar

23 Ocak 2009 Cuma

Hellim masada dilim dilim,
nar gibi kızarmış.
Yanında bir kâse süzme yoğurt.
Tuzlu leblebi keskin keskin bakmakta.
Portakal ve mandalina kralla kraliçe.
Sigara böreği daha teşrif etmemiş,
Haber salmış, bu akşamlık affını istemiş.
Barbunya pilâki de sattı bu gece,
Hadi bakalım.
Allah’tan rakı sağlam.
O zaman;
Sağlığa,
Şerefe…

e.
2009 kış

22 Ocak 2009 Perşembe

İlk önce vefayı öğrenmelisin gülüm.
Sonra da sadakati.
Aşk’ a hiç girmiyorum bile çünkü o yola girmen için daha çok yanmalısın.
Şöyle, koca bir mangalda nar gibi kızarmış bir gönül gerek aşkı tatman için.
Ruhun bedeninden her gün çıkıp diğer gönüle girmeli ve sen acıların en büyüğünü çekmelisin.
Sırf bu yüzden aşk’ a daha çok var gülüm...
Bir kere;
“Sevmeyi özlemelisin”
Eğer çok seviyorsan daha çok özlemeyi, eğer hiç göremiyorsan hayalini özlemelisin.
Kendinle savaşmalı, yolunu gözlemelisin bıkıp usanmadan.
Yılmamalı, yıldırmalısın aşk düşmanlarını.
Bilmelisin ki gelecek sevdan, her nerede olursa olsun.
“Acaba” yoktur.
“Bilmiyorum” da yoktur aşk lügatında.
Hele “eh” asla.
Yüreğine sığdıramamaktır sevgini, aşk.
Özlemdir aşkı aşk yapan.
Gözünden akan bir iki damlada gizlidir.
Bakışlardadır.
Dudaklarından çıkan tek bir harftedir.
Tenin tenle buluşmasıdır, aşk.
Aşk;
yüreğinin taşikardiyle tanışması, hüznün büyüsüne kapılmasıdır.
Ağlamanın en acısı ama bir o kadar yakışmasıdır gözlere ve kalbe.
Mutlulukla mutsuzluğun ilk kez bu kadar yakın olmasıdır birbirine.
Dilenciliktir aşk.
Yalvarmaktır, ilk önce Tanrıya sonra karşındaki vefasıza.
Uçan bir balonu elinden kaçırmaktır.
Gökyüzünün beyaz bulutlarla renklenmesidir.
Denizin dalgalarını çakıl taşlarına vurması ve beyaz köpüklerin oluşmasıdır.
Dünyayı tanımamaktır, asiliktir.
Ne ana ne baba, kimseleri yanına dahi yaklaştırmamaktır.
Ölüm bile tatlıdır aşkın koynuna girdiysen,
Namlunun ucuna yürümektir gülümseyerek.
Zincire vursalar dahi sadece “onun” adını sayıklamaktır.
Dağları devirmektir, kazmasız, küreksiz.
Yolları aşmaktır ayaklarına binlerce kez kara sular inse bile.
Sonsuza kadar kendini saklamaktır başka sevgilerden.
Kendini adamaktır tek bir aşka.
Tüm bedelleri ödemeyi baştan kabullenmek ve hiç pişmanlık duymamaktır.
Aşk;
sadece ağızdan çıkan tatlı sözlerden ibaret değildir.
Ağızla gönlün uyum içinde olmasıdır.
Dudaklardan dökülen her kelime gönül için emirdir çünkü.
Gönül gönüle söz vermektir, sonsuzluğun kıskanacağı bir söz.
Çalınan her şarkıda bir dörtlüğün sevgini anlatmasıdır.
Notalardaki her kıvrımın aşkı yüreğine bir kez daha çakmasıdır.
Danslardaki figürler ise “ona” ulaşmanın en yumuşak yoludur.
Her köşe başı, gelmesini beklediğin bir duraktır.
O köşeden dönsün dönmesin, oranın yüreğindeki son durak olduğunu hiç unutmamaktır.
Kime takıldıysa gönlün, onunla yaşamak için gelmiş olduğunu bilmektir dünyaya aşk.
Aşk;
yaşın ne olursa olsun doyasıya yaşamaktır sevgini.
Yıldızları sayarken koyun koyuna uykuya dalmaktır.
Beraberce sabahlamaktır bir kıyıda, sonrasında güneşin ışıklarıyla gözleri açmaktır yeni güne.
Horozun ötüşüyle sabahın kokusunu içine çekmektir.
Çünkü o hava tarifi imkansız güzellikteki gecenin armağanıdır.
Hayatın ne kadar da tatlı olduğunun kanıtıdır.
Yüzlerde gülücüklerin açması, mutlulukta bile ağlamamaktır.
Hayatın en zor anlarında kaçıp gitmek değil, aksine daha da kanatları altına girmektir sevdanın.
“Geldim” demişsen bir kere, bir daha asla ayrılmamaktır, aşk.
...
Görüyor musun gülüm?
Aşk nasıl da kutsal bir duyguymuş.
Vefasıyla, sevdasıyla ve “bir ömür boyu” diye verilen sözüyle her insanın altından kalkabileceği bir duygu değilmiş değil mi?
Hele korkakların işi asla değilmiş...
Sevmeyi özlemelisin, gülüm.
Delicesine özlemeyi.
Sevmeyi beceremiyorsan eğer, aşkın da dilinden anlamıyorsundur.
Sen sen ol aşk’ ı öğren, vefadan sonra, sadakatten sonra.
Acıtma yürekleri.
Hayattayken öldürme.
Sen iyisi mi,
Sevmeyi özle... Sadece sevmeyi gülüm.

sevmek öğrenilir mi peki... ne dersin gülüm?

e.
2006 sonbahar

21 Ocak 2009 Çarşamba

Kandiller yansın etrafımda,
Sevenler alkış tutsun,
Çeşmeler aksın;
İçsin insanlar kana kana.
Güneş gülsün tepeden,
Hava bahara çalsın,
Sevdalar şarkı söylesin,
Gülsün el alem.
Denizler coşsun;
Coştursun özgürlüğüyle,
Kıskandırsın.
Bu rüyam olsun benim;
Bir yanımda anam,
Ötekinde babam,
Yeter,
Adam olana çok bile…

e.
2009 yalnız kış

20 Ocak 2009 Salı

Gece başka,
Gündüz başka,
Akşam bambaşka.
Bir bulanığım,
Bir berrak,
Bazen de kokusuz.
Hepsinde ben,
Hepsinde kördüğüm.
Bir gece,
Bir gündüz,
Bir akşam;
Kördüğümüm,
Çözümsüz…

e.
2009 kış

19 Ocak 2009 Pazartesi

Yalnızlığın güneşi vardır,
Isıtmaz bir türlü.
Rüzgârı vardır,
Üşütmez, serinletmez.
Bulutları vardır,
Siyahtır her ne hikmetse.
Yağmuru vardır,
Islatmaz, bereketsizdir.
Denizi vardır,
Özgür değildir, delirmez.
Kalabalığı vardır,
Kupkuru.
Sevdaları vardır,
İhanet dolu.
Gözleri vardır,
Renksizdir, anlamsızdır.
Şarkıları vardır,
Notasız.
Gülleri vardır,
Kokusuz, renksiz.
Dostluğu vardır,
Kaypak.
Yalnızlık…
Külliyen yalandır yahu,
Yalan…

e.
2008 yaz
Sevdayı beklerken soldu bir ömür.
Sevilmeyi beklerken yandı bir gönül.
Sevip de şakımayı beklerken,
Sustu birden bülbül…

e.
2008 kış

17 Ocak 2009 Cumartesi

Başlangıç ve son.
Başlar herhangi bir yerde bir şey herhangi bir şekilde.
Ve sona erer herhangi bir nedenle istenmeyen bir şekilde herhangi bir yerde.
Başlangıçla merhaba denmiştir yeni hayata.
Nedir, son geldiğinde ise hayat bitmemiştir tamamen.
Bittiğin yerde tekrar başlarsın yeni sona doğru.
Son...
Kaçınılmaz başlangıç...
...

Kapı çalındı.
Açılması biraz uzun sürdü, hatta tam umut kesilmişken aralandı hafifçe kapı.
Yüzündeki sakalı iki yada üç haftalık olduğu belli olan adam kapı aralığından soğuk ve bir o kadar umursamaz baktı kısa bir süre.
İçeriden yayılan kesif alkol ve türlü markalarda sigara kokuları tüm apartmanı sarmıştı.
Zaten kapının önüne konmuş iki büyük rakı, on’a yakın bira ve bir de ithal votka şişesi gecenin bir hayli yıpratıcı olduğunu haykırır gibiydi.
Adamın yüzündeki yorgunluk ve bıkkınlık gece yaşanan fırtınaların bir aynasıydı.
Kendisi de biliyordu sanki bu hırpalanmışlığı; kapıyı aralık bıraktı ve aniden arkasını dönerek içeri doğru gitti.
Açılan kapının önünde suçlu mahcubiyetinde duran genç kadın eşiğin bir adım gerisinde adeta bir heykel gibi duruyordu.
İçeriden gelen acımasız fırtınanın esintisi mi kırmıştı cesaretini?
Yoksa beklediğini mi bulamamıştı, hayâl kırıklığı mıydı yaşadığı?
Belki davet bekliyordu eşikten atlamak için.
Bilinmez...
Uzun denebilecek bir bekleyişin ardından nihayet adımını attı ve tüm cesaretini toplayarak tamamen içeri girdi genç kadın.
Kapıyı titiz hareketlerle yavaşça kapattı.
Şimdi işin en güç yanı olan salona doğru ilerleme zamanı gelmişti.
“Kapıdan giren ilerlemeyi de göze almıştır” deyip kararlı adımlarla salona doğru yürüdü.
Koridorda attığı her bir adım genzinde alkol ve sigara kokularını daha da hissetmesine yol açıyordu.
Kimbilir salona girdiğinde nelerle karşılaşacaktı? Hangi pespayelik onu bekliyordu? Hangi kepazelik karşısına geçip tükenmiş kahkahalar atacaktı?
Ancak devam etmeliydi her ne olursa olsun.
Salona bir ya da iki metre kala sesi alabildiğine kısılmış teypte Eric Clapton’ın “Tears In Heaven” ın çaldığını duydu.
Son bir gayretle salona girdi.
Kimseler yoktu ortalarda, en azından pespayelik ve kepazelik görünmüyordu çevrede, bu da en azından şimdilik rahat nefes alınabilecek bir olaydı.
Adam koltuğunu pencereye doğru çevirmişti, sadece hafif kırlaşmış saçlarının tepe bölümü görünüyordu koltuğun yüksek arkalığından.
Öylesine bakıyordu pencerenin öte tarafına adam.
Aslında bakılacak manzarası yoktu evin, hatta rezalet denebilecek görüntüler vardı pencerenin tam karşısında.
Altı katlı ve neredeyse tokalaşacak kadar yakın devasa bir apartman kütlesi vardı karşıda.
Kütleydi çünkü apartman demek için şahit gerekirdi. O denli kötü bir cephe ve bu cephenin ardında yaşayanlar bu kadar mı berat olabilirdi.
Adamın manzara diye baktığı yerde üçüncü sınıf bir orospunun seksi külotları her daim ipte asılı izlenimi veriyordu.
Bir alt katında karısını adeta günün her saati kurulmuş saat gibi döven iri kıyım adamın küfürleri...
Diğer katta ise Rus kadınlarını pazarlayan adam bozması bir ibne...
Öteki katlar ise rezaletin diğer halkalarıydı.
Adama bakılırsa halinden hiç de şikâyetçi değildi, hatta keyif bile aldığı düşünülebilirdi. Böyle tepkisizce oturduğuna göre.
Genç kadın dağınık sayılabilecek salonun bir köşesinde oturmak için bir yer bulabildi kendine.
Kanepenin kenarında düşmemek için çırpınan gazeteyi yere doğru özgürlüğüne itti.
Gazetenin altından kullanılmış içi daha ıslak prezervatif ortaya çıkmıştı.
Kadın irkilerek ve biraz da iğrenerek baktı, yana doğru kaydı ve kanepenin minder arasına sıkışmış bir sertlikle bir kez daha irkildi.
Bu sertlik, kapağı olmayan ve neredeyse bitmeye yüz tutmuş bir kadın rujundan öte bir şey değildi.
Genç kadın, kimbilir hangi orospunun dudaklarına sürdüğü bu yarım yamalak rujun serçe parmağına bulaşan yeri tiksinerek sildi bir çırpıda.
Bu sırada ayağına çarpan boş viski şişesini de iteledi yana doğru.
Yeterince midesi kalkmıştı bu evden, ancak hâlâ konuşamamıştı adamla.
Genç kadın terden sırılsıklam olmuştu.
Üzerinde parıl parıl parlayan kırmızı, dar saten gömleği ıslanmaya başlamıştı.
İriye yakın göğüsleri sık nefes alıp vermesiyle yerinden çıkacak gibi oluyordu.
Mini kot eteği ise dolgun bacaklarına yapışmıştı sanki, hareket edemiyordu.
Dudaklarındaki hoş pembe ruju o orospunun kırılmış cart kırmızı rujuna hiç benzemiyordu, daha güzel, daha zarifti kendisininki.
Sarıya yakın bukleleri bol, uzunca saçlarını geriye doğru savurdu, ensesi terlemişti ancak evden çıkarken bolca süründüğü ithal parfümü buram buram kokuyordu, hatta evin kokusunu bile değiştirdiği söylenebilirdi.
Genç kadın iyice sıkılmıştı artık ve lafa nereden başlayacağını bilemiyordu.
Tam bu sırada adam yavaşça döndü kadına doğru.
Şimdi kadın daha sık nefes alıp veriyordu, daha çok ter dökmeye başlamıştı.
Adam kadını yorgun, umutsuz ve bir o kadar kırgın gözlerle baştan aşağı süzdü.
Sigarasından derin bir nefes çekti ve izmariti hemen yanında bulunan çini zemine fırlatıp kıvrak bilek hareketiyle ezdi.
Bunları yaparken gözlerini kadından asla ayırmıyordu.
Ayağa kalktı, yavaş hareketlerle teypte çalan Eric Clapton şarkısını başa aldı ve tekrar kadına döndü.
“Olgunlaşmışsın, tam bir kadın olmuşsun” dedi alaycı bir tavırla.
Kadın şaşırmıştı bu girişe. Oysa o başka şeyler hayâl etmişti.
Sonra toparlandı, böyle hayâllere hakkı var mıydı ki?
Ama bir şeyler söylemeliydi, cevap vermeliydi en azından bir iki satır.
“Sen de yaşlanmışsın, saçların beyazlamış” deyiverdi bir çırpıda.
Adam her zaman ki tebessümüyle karşılık verdi.
Kadın bu tebessümden adeta güç alarak devam etti;
“Çok aradım seni bulmak için, çok”
Adamın tebessümü dondu kaldı yüzünde;
“Neden?”
Kadın devam etti heyecanla;
“Sana mutlaka geleceğimi söylemiştim günün birinde, bak geldim, hem de bir daha asla gitmemecesine”
Adam bu kez müstehzi bir gülüşle devam etti konuşmasına;
“Peki o günlerde neden benle hiç konuşmadın, neden izini kaybettirdin, neden telefonlarını değiştirdin, evinden neden taşındın?”
Kadın cevap vermek istercesine hareketlendi ancak adam konuşmasına devam etti zembereği boşalmış saat gibi;
“Dur, ben söyleyeyim, şımarıktın çünkü, kalpsizdin, sadakatsizdin ve sevgisizdin. Sakın bana buraya gelip hayatına tekrar gireceğim deme. Çünkü biliyorsun ki, başlangıcımız rüya gibiydi, öyle de devam etti yıllarca. En azından ben öyle sanmıştım, senin zalim biri olduğunu, gerçekten ama gerçekten kötü kalpli olduğunu fark edene kadar. Başladık ve sürdürdük ancak bitiremedik, çünkü sen gittin, ansızın, veda bile etmeden...”
Kadın hıçkırıklara teslim olmuş son bir gayretle lafa girmek istese de adam onu dinlemeyip konuşmasına devam etti tüm hırçınlığıyla;
“...sakın bana bahaneler üretme. Sen gittin, bitirmeden. Bende kendime yeni bir hayat kurdum. Bak pencereden karşı apartmana, oradaki renkli seksi külotu görüyor musun? İşte ben o külotu kaç kere kokladım sayısını bilmiyorum. Ama onu giyen orospu vefasız değildi, onunla başlıyorduk ve bitiriyorduk bir başka güne kadar. Senin iğrenerek baktığın o prezervatif var ya kimbilir kaç kere girdi çıktı başka kadınlara, ama o bile sadakatliydi hiç yırtılmadı, başlıyordu ve bitince atılıyordu, sonu vardı yani. Sonra o kırmızı kırık ruj, hani eline bulaşınca tiksinerek sildiğin. O ne bir orospunun ne de hafif bir kadının malı. O bir zamanlar senin rujundu, çok severdim onu sürdüğünde, kiraz gibi olurdu dudakların, benim için süslendiğin günlerdeki rujun. Geçen gün konsolun üst çekmecesinde buldum, biraz hüzün, biraz burukluk, fırlattım duvara, kırıldı. Yani o senindi aslında. O kadar bir başkası olmuşsun ki rengi bile hatırlamadın, iğrenerek baktın bir zamanlar benim için sürdüğün kırmızı ruja...”
Kadın hıçkırıklarla bir şeyle söylemek için adamın yanına gelse de adamın onu dinleyecek hali yoktu. Adam acımasızca geçen özlem dolu yılları kusmaya yemin etmişçesine konuşuyordu, kadına arkasını döndü ve ardı arkası gelmeyecek cümleleri bir ok gibi saplamaya devam etti;
“...şimdi buradasın. Niçin? Af dilemek için. Tekrar başlamak için. Hayır güzelim olmaz. Başlangıcı olan her ne varsa şu hayatta mutlaka bir sonu da vardır. Aşkların bile. Ancak bizimki bitmemişti...Ama iyi ki geldin, bitirmek için güzel bir gün seçmişsin... Soyunacak mısın yoksa kıyafetle mi, belki fantezi istersin, ha konsolun üst çekmecesinde prezervatif de vardı, kullanmamın bir mahsuru yok sanırım, biliyorsun hastalıklar falan...”
Adam arkasını döndü ancak kadın gitmişti. Yüzünde acı tebessüm ve kısık sesiyle söylendi kendi kendine;
“Bitirdik...”
...


marifet, biten yerden başlamak değil de nedir?

e.
2007 yaz

16 Ocak 2009 Cuma

O an gelmişti,
Hem de hiç hesapta yokken çıkagelmişti.
Adam düşünmeye fırsat bile bulamamıştı.
O denli ani bir gelişti bu.

Hangi yıl âşık olmuştu o kadına?
Nerede görmüştü ilk?
Neler geçmişti aklından, yüreğinden?
O an,
Yıllar boyu gönlünde yaşatacağını,
Özlem denilen gölge bıçağını her an kalbinde hissedeceğini,
Sadece ve sadece uzaktan seveceğini bilebilir miydi?

Hiçbir şey düşünemiyordu adam.
Veremiyordu, yıllar boyu binbir şekle girmiş bu soruların cevabını.
Yalnızca başını iki elinin arasına almış; gözleri bir noktada, yüzüne tarifi olmayan yarı gülümseme, yarı şaşkınlık, yarı hüzne benzeyen bir ifade saplanıp kalmıştı.
Öylece kalabilirdi dünyanın sonuna dek.
Güçsüzdü,
Şaşkındı
Ve biraz da sevinçliydi.
Nedir, bütün bunları bir araya toplayıp nelerin olup bittiğini anlayacak duruma gelememişti henüz.
Çünkü o yanındaydı şimdi.
Gözlerini dikmişti adama,
Hiç kırpmadan bakıyordu, yılların hesabını sormak istercesine.
Oysa adamın sorması gereken o kadar çok soru vardı ki,
Zira onsuz geçen günlerin tek tek çetelesini tutmuştu büyük bir özenle.
Ama konuşamıyordu, korkuyordu.
Korkuyordu yanı başında duran bu tatlı düşün bir anda kâbusa dönüşmesinden.
Bu imkânsız aşkın bir anda yanından gitmesinden endişeliydi.
Sustu öylece…
Belki o yüzden başını elleri arasına almış, kulaklarını tıkar gibi duruyordu hareketsizce.
Ama kadın bir şeyler bekliyordu,
İnadına o yılların çetelesini istiyordu o gözleri.
Belli ki aşkı unutmuştu o da,
Yıllar onu da aşktan mahrum etmişti.
Her nasıl olduysa adam kaldırdı başını yavaşça.
O an gözleri birleşti her ikisinin de.
Birkaç dakika ya durdular ya durmadılar, nefessizce.
Kadın adamın bakışlarına bırakmıştı kendini hiç düşünmeden.
Güçlü bir güven, tanımsız bir şefkat vardı o gözlerde.
Daha da baktı gözlerine,
İçinde, var olduğu söylenen cennetin hakikat olduğunu anlarcasına bir daha baktı,
Bir daha…
Adam ise başka bir dünyadaydı artık,
Yıllar önce yarattığı kendi dünyasındaydı.
Ama tek farkla,
Bu kez yanında hayallerini kurmaya kıyamadığı o kadın da vardı.
İşte şimdi dünya çevrelerinde dönüyor ve doyumsuz bir şölen sunuyordu onlara.
Bu kez adam geçen onca yılın hesabını sorarcasına bakıyordu kadına,
Ama bu hesap sorma, aşk ve sevgiyle pekişmiş, sonsuz bir güvenle harmanlıydı.
Sitem de vardı aslında,
Kendine…
Kadın sokuldu adamın yanına,
Biraz ürkek, biraz arsızca başını adamın boynuna doğru yasladı.
Ürkekliğinde derin bir pişmanlık,
Arsızlığındaysa pişmanlığa kafa tutmak yatıyordu.
Dilenci ada vapurunun yanaştığı herhangi bir iskelede, hiç de ummadığı bir şekilde yakalamış gibiydi aşkı.
Evet, evet bu adam onun için koca bir adaydı.
Yalnız, temiz ve özgür
Ve
Bitmeyen sevgiyle dolu…
Adam kolunu yavaşça kadının omzuna götürdü.
Sardı kadını,
Göğsüne doğru gelen başını kokladı.
Gözlerini kapadı.
Bıraktı soruları,
Bıraktı geçmişi,
Bıraktı özlemi bir kenara.
O an gelmişti ya,
Hem de hiç hesapta yokken çıkagelmişti ya,
Hiç ama hiçbir şeyin önemi yoktu artık.
Sarıldı biraz daha sıkıca,
Geleceği düşünmeden,
An’ı yaşamak üzere…

hayaller yazı, gerçek tura… hangisi gelirse gelsin…

e.
2008 sonbahar

15 Ocak 2009 Perşembe

İnsanın bir gemisi olmalı.
Beklemeli limanda, usul usul.
Pruvası açıkları göstermeli, pupasında da rüzgârı eksik olmamalı.
Her haliyle hazır olmalı.
Kaptanı sen olmalısın ama.
O geminin her bir yanını iyi bilmelisin.
Sintinedeki pisliklerden, karinadaki kütüklerin sayısına kadar,
Motorların tutukluk yapma ihtimalinden, fırtınanın ne zaman patlayacağına kadar.
Hele ki dalgalı bir denizde o dümeni tutabilirsen rotada, işte o zaman gemiyi hak ediyorsun demektir.
Bir tane de miçon olmalı.
Her limanda gemin dolup taşacak elbet.
Ama bilmelisin ki senin gemi kalkacaktır o limandan er geç,
Yolcular ise değişecektir her limanda.
Sen ve bir de miçon kalacaksınız, o kadar.

An gelir bıkarsın her şeyden,
Kendin de dâhilsindir buna.
Kimselerle göz göze gelmek istemezsin,
Tek bir cümle dahi çıkmaz dilinden.
Her şey rengini yitirmiştir, soluktur çevren.
Üzerine giydiklerin bile kapatmaz çıplaklığını, o denli çıplak hissedersin kendini.
Ruhun üşüyordur aslında;
Türlü türlü soru ve cevaplarla giydirmek istersin ruhunu, üşümemesi için.
Yüreğinde bitip tükenmeyen hesaplaşmaların bir son bulmasını dilersin Tanrıdan.
Beyhude bir çaba olsa bile dilersin.
Bulanıklaşan geçmişine de bir selâm çakarsın inceden,
Bulanıklaşmasıdır selâmı verdire esasen.
Binbir pişmanlık ve hatalarla dolu geçmişini unutmanın en iyi yolu barışmaktır yaşanmışlıklarla.
Bir selâm, bir selâm, bir selâm daha çakarsın…
Aldığın nefese şükredersin bir yandan da,
Gördüklerin renksiz de olsa gözlerine hayranlık duyarsın,
Boş boş atan yüreğinin bile önünde diz çökersin.
Yalan gülüşlere, yavan sözlere alışkınsındır ya,
Sen de karşılık verirsin aynı sahtelik ve müptezellikle.
Kendinden bir şey kaybetmeyeceğini bilirsin, hatta çok şeyleri kazandırdığını anlarsın anbean.
Havada uçuşan, sıklıktan göz gözü görmeyen yılışık aşkları,
Sevgileri,
Kucaklaşmaları,
İsyanları,
İhanetleri,
İçin için ağlamayı da bilirsin,
Katılırcasına gülmeyi de…

An gelir bıkarsın her şeyden
Ve
İstersin ki bir başka dünya yaratmak,
İçinde sen ve yine senin olduğu…
İşte böyle zamanlarda insanın bir gemisi olmalı.
Beklemeli limanda, usul usul.
Önce kaptan kıyafetlerini geçirmelisin üzerine.
Öyle ya, çıplaklığını gidermelisin ilk.
Gemini dolaşırsın sonra,
Ruhunun yavaş yavaş ısıtırsın.
Ne bir soru vardır kafanda artık, ne de tonlarca cevap.
Sen gemindesindir en nihayetinde.
Saatini kontrol edersin,
Bir bakmışsın ki ayrılma vakti gelmiş limandan.
Geçersin dümenin başına, bakarsın; karşında arsızca, hınzırca ve bir o kadar tahrikkâr bakan denizin güzelliğine.
Her şey ama her şey rengini bulmuştur artık.
Ha, bir de miço,
Şansın varsa o da gemidedir,
Gülümsemesi yeter, gerisi boş.
Yalnızca bir gülümseme.
Vira bismillah…

bir gemi… biraz deniz… bolca hayat

e.
2008 yaz

14 Ocak 2009 Çarşamba

Her defasında vazgeçmek istedim,
sevmekten.
Sevmeyi sevmekten vazgeçemedim.
Her defasında vazgeçmek istedim,
özlemden,
Özlemeyi özlemekten vazgeçemedim.
Olmadı…

e.
2008 kış

13 Ocak 2009 Salı

Gün gelir kanın çekilir,
bir yanını kesseler akacak kan yoktur.
Renksizsindir,
kokusuz
ve
neşesiz.
Titrersin zifir günlerde,
yaşarsın yeknesak,
öylesine…

e.
2009 yeknesak kış

12 Ocak 2009 Pazartesi

Keşkeler sığsaydı dünyaya
İlk seni sığdırırdım ömrüme
Sırf keşke dememek için…

e.
2009 kış

9 Ocak 2009 Cuma

Bizimki bir aşk hikayesi.
Sen orada ben burada.
Kimseler bilmeden yaşanan bir hikaye işte.
Kahverengi gözlerine uzun kirpiklerinin hükmettiği bir hikaye.
Uzun lepiska saçlarının ruhuma dolaştığı hikaye.
Sessiz ama dalgalı bir aşk hikayesi.
Benimse;
Ara sıra bulutlara takılan onlarla uçan, yanımdan geçen kuşlara selam
verişimin hikayesi.
Neye yarar ki bu hikaye?
Sen orada benden habersiz,
Ben burada senden haberli...
Olsun.
Yarar işte, yarar.
Eğer sevgime düğüm atılmışsa ve senin de çözesin yoksa, yarar...
Kalbim senin için darmadağın atıyor ve yorulmuyorsa, yarar...
Karanlıklar arasında kalmış ruhum aydınlanmışsa, yarar...
Yalnızları oynuyorsam yıllardır ve sen gelince bitmişse rolüm, yarar...
...
Bazı zamanlar seni gökyüzündeki ay'da ararım.
Bilemem nedenini.
Bana çok uzaktasın belki. Belki de sevgin uzaktadır... Ha ne dersin?
Ay güneşin ışığından beslenir, onun ışığı aydınlatır bedenini, yine de
mutludur, en azından karanlıkta kalmamıştır.
Belki ben de senin sevgini alıyorumdur ta uzaklardan, aydınlanıyorumdur... Ha ne dersin?
Hayat yok derler hep oralarda; taşlı, topraklı, susuz ve kokusuz.
Ama yine de direnir bir şeylere, günün birinde beni de canlandırırlar diye.
Tıpkı ben gibi.
Mesela günün birinde gelip “haydi!” dersin belki... Ha ne dersin?
...
Mavi suların üzerinde küçük bir kayık düşlerim bazen...
İçinde sen ve ben.
Masmavi sular ve kayığın arkada bıraktığı beyaz köpükler...
İçinde sen ve ben.
Mavi sular yerini turkuvaza bıraktığında. Balık sürüleri gezintiye
çıktığında...
İçinde sen ve ben.
Hafif bir rüzgar. Ses yok etrafta. Rüzgar ve sessizlik el ele vermişler...
İçinde sen ve ben.
Ne hikaye ama!
...
Bu gecemi meyhanede geçirmek istedim.
Hiç, ama hiç ardıma bakmaksızın içmek için.
Çünkü bu gece sarhoş olmak istiyorum...
Bir yandan da müzik çalsın istiyorum. Birileri çıksın sahneye benim
havalardan bir iki şarkı söylesin.
Çünkü bu gece sarhoş olmak istiyorum...
Sonra ben sahne alayım.
Gözlerimi kapatayım ve başlayayım oynamaya.
Herkes kenara çekilsin. Sadece ben.
Açayım kollarımı kartal gibi.
Efelere selam ola!
Başlayayım Harmandallı’ya.
İsteyen seyretsin istemeyen sırtını çevirsin.
Alkışlamasınlar beni. Kendime oynuyorum bu akşam.
Çünkü bu gece sarhoş olmak istiyorum...
Terler süzülmeli yanağımdan.
Gömleğim su içinde kalmalı.
Gözlerim hâlâ kapalı.
Sadece müziği ve bacaklarımı hissetmeliyim.
Çünkü bu gece sarhoş olmak istiyorum...
Müzik bitince yavaş yavaş kendime gelmeli, açmalıyım gözlerimi.
İlk iş bacaklarıma teşekkür etmeli. Hiç ihanet etmediler bugüne kadar.
Hoş bu akşam etselerdi de gönül koymazdım ya.
Çünkü;
Bu gece seni yıllar önce görüp de sevdiğim gece.
Haberin olmadan ardından sürüklendiğim gece.
Haberin olsaydı;
Açar mıydım kollarımı?
Gözlerimi kapatıp dansımı eder miydim?
Sarhoş olmak istiyorum der miydim yine de?
?
Hiç konuşmayıp sadece yüzüme baksaydın,
Gözlerin anlatsaydı “yeter artık içme”yi,
Yine de direnir miydim?
?
Aman be!
Nasıl olsa yoksun işte.
Meyhaneci gel !
Doldur bir kadeh daha. Korkma dostum, koy!
Nasıl olsa hepimiz temelli uyuyacağız günün birinde.
Ha bugün ha yarın.
Doldur sen bir kadeh daha.
Ben bu gece sarhoş olmak istiyorum...
Gece benim gecem.
Bu bizim değil, benim aşk hikayem.
Onsuz.
Sadece benim.
Doldur...

çünkü bu gece sarhoş olmak istiyorum...
e.
2004

8 Ocak 2009 Perşembe

Sen,
Bir serseri mavi gibi karşımdasın;
Dimdik, mağrur.
“Seviyorum ulan” bakışları bunlar,
Korkuyorum.
Korkuyorum diyorum ama hoş bir korku bu,
Sanki korkmamış gibi.
Bu korkuda bir tahrik var aslında.
“Gel ulan sev” korkusu.
Biliyorum, yılanın zehri gibi bol bir sevgi kalbime yaslanan.
Hatta aşk desek...
Temizlenmez bir leke gibi.
Doğum lekesi.
Yapışıyor bir tarafına.
Belki de bir kader yazısı.
Y.A.N.A.C.A.K.S.I.N. diyerek…
Esaretin tüm inceliklerini öğretiyorsun bana.
Kalbimi kilitleyip, anahtarını atıyorsun bilinmez sulara.
Kilidin anası anahtardır ya;
Öksüzüm.
İşte böyle dikildin karşıma.
Ah leke!
Ömür lekem,
Yangınım,
Prangam...
Mevsimlere böldüm seni.
Ne kış ne yaz,
İlle de bahar.
Zira baharı ayrı tuttum,
Senin adın diye.
Güneşi ayrı tuttum,
Senin sıcaklığın diye.
Denizi ayrı tuttum,
Senin gözlerin diye.
Sense hala karşımdasın,
Deli serseri gibi...
Yakışıyor bu pespayelik sana.
Yakışıyor bu serserilik.
Ah baharım!
Köpük gözlüm,
Denizim,
Deli serserim.
Daha ne kadar alacaksın beni benden?
Ne kadar vuracaksın boynuma sevda boyunduruğunu?
Ne kadar kavuracaksın harıl harıl yanan yüreğimi?

e.
2006

7 Ocak 2009 Çarşamba

Elimde fotoğraflar.
Siyah beyaz.
Kiminin kenarları tırtıklı, kiminin düz.
Bazıları pürüzsüz, bazıları ise bulanık.
Kah sağlam, kah ucundan bir parça kopmuş gitmiş.
Ama hepsinde bir hayat var.
İleriye bakan umutlu - umutsuz gözler ve beraberindeki kalpler.
Kadınlarda, o yılların saç topuzları.
Hele hele minnacık etekleri.
Tombiş bacaklar ve biraz da kalınca beller.
Nasılda güzel durmuş o balık vücutlarda.
O güzelim gerdanlarda inci kolyeler.
Kulaklarda yine inci küpeler.
Ne kadar da gerçek duruyorlar.
Makyajlar tam kıvamda. Ne badana gibi ne de soluk benizli.
Ayakkabılar apartman topuk. Yüpyüksek.
Tüm vücutları saran, daracık, kısamsı, yakaları pelüş paltolar.
Omuz çantaları ise bir başka şık. Şimdikilere nazire yaparcasına.
Erkekler desen;
Saçlar ya limonlu ya da briyantinli. Kimisi uzuna yakın. Favoriler kalın ve uzun.
Acaba diyorum jöle olaydı o zamanlar...
Ya da at kuyruğu yapan erkekler...
Hepsi de takım elbiseli. Karınca kararınca.
Kravatın düğümü gırtlağı tıkarcasına, kocaman.
Uzunluğu görünmüyor. Zira ceketin önü ilikli.
Bazılarının gözünde kocaman gözlükler. Numaralı. Renkli cam.
Ayakkabılar, hafif sivri burun ve yumurta topuk. Ciladan parlamakta.
Sol kolda duran “Citizen” saat, adeta -ben buradayım, diyor.
Kız çocuklar ise bir başka alem.
Saçlarına tutturulan metal toka, saçlarını daha da dağılmasına sebep olmuş gibi.
Küpeleri, küçük altın top.
Bileğine takılan mavi boncuklu bileklik her zaman ki gibi çok sıkı.
Boğumundan görünmüyor. Yazık.
Kimbilir, onca seneden sonra kan dolaşımında bir sorun var mıdır acaba?
Bilmek isterdim.
Minnacık eteklerinin altından görünen fırfırlı donları istemeden de olsa görünmekte.
Eh o kadar bezlenirse altı, olacağı bu.
Ama bu da ayrı bir sevimlilik katmış.
Fırfırlı dona eşlik eden külotlu çorabın ayak bileğinde sona eren dantelleri ise ortopedik kırmızı rugan ayakkabısıyla bir olmuş sanki.
Herkesin şirinlik muskası olmuş adeta. Fotoğrafta herkesin gözü onda.
Erkek çocuklar ise ayrı bir beyefendi;
Saçları kumrala yakın, soldan sağa doğru özenle taranmış. Saçın yolu o kadar güzel ayrılmış ki.
Koca adam gibi giydirilmiş pantolonu ve gömleğine bir de ufak papyon eklenmiş. Al sana küçük adam.
Siyah ortopedik ayakkabılar ise kıyafetini bütünler vaziyette.
Bakıyorum da o zamanlar sanki daha bir dikkat ediliyordu ayakkabı meselesine.
Neyse;
Bu küçük adamın üzerinde önü açık şekilde paltosu var.
Tabi önü açık olacak.
Eh ! serde erkeklik var.
Fotoğrafta çocuklar en önde duruyor.
Malum kimseyi kesmemesi gerek. Fotoğraf önemli.
Ah bir de yanmasalar.
Bazı gözler yanındakini süzüyor.
Yakalanmış.
Bazılarıysa objektif’ e sevimli görünme çabalarında. Gülmekten tüm dişleri sayılası durumda.
Kimileriyse objektif’ e küs. Hiç bakmamış o yöne.
Burası bir düğün besbelli.
Masalar var etrafta.
Fotoğrafın küçük bir köşesinde pist görünüyor galiba.
Dans eden insanların kareye yakalanmış bacakları düğünü ispatlıyor.
Sünnet mi, yoksa evlilik mi?
Ah...Şu kenarda oturan gelinle damat değil mi?
Hay Allah nasıl da kaçmış gözümden.
Gelinin duvağına bak ! Hala açık değil.
Fotoğraf çektirecek ya. Artistik çıksın misali.
Nasıl da süzülmüş.
Damadın siyah takımına koca bir papyon eklenmiş.
Bıyıkları kaytan.
Saçlar uzunca.
Hınzırca bir gülümseme takılmış dudağına.
...
Elimde fotoğraflar.
Bakıyorum.
Gülüyorum bazen.
Bazen iç geçiriyorum.
Bazense elimde olmadan duygulanıyorum.
Bir tek içindekiler gerçekmiş. Sadece o zamanlar.
Şimdilerde bir çoğu yalan.
Kimisi çoktan ölmüş.
Kimisi başka alemlere dalmış.
Haber yok.
Hele hele o zamanın çocukları.
Şimdi kendi çocuklarının düğün telaşındadırlar. Eminim.
Hayatın gailesine dalmışlar.
Kopmuşlar.
Yalan fotoğraflar elimde.
Siyah beyaz.
Bu yılbaşını da böyle geçireyim dedim.
Yalanlarla...

siyah-beyaz...
e.
2004

6 Ocak 2009 Salı

Bu mevsim de kal yanımda.
Hani gelmiştin ya baharın kokularını peşine takıp.
İşte öyle.
Hani gözlerin bir şarkının nağmelerini söyler gibiydi ya.
İşte öyle.
Hani gülüşün tüm yüreğimi ısıtmıştı ya.
İşte öyle.
Hani dilinden dökülen “sadece sen” vardı ya.
İşte öyle, hep yanımda kal.
Üstelik;
Bu mevsimde soğuk geceler var, ayazlar var.
Üşürsün.
Şimşekler, yıldırımlar var.
Korkarsın.
Yağmur, kar var.
Islanırsın.
Güneş yok, bulutlar var.
Sıkılırsın.
Ağaçlar yapraklarını dökmüştür.
Üzülürsün.
Geceleri yıldızları göremezsin.
Hüzünlenirsin.
Eğer bu mevsim yanımda olmazsan, ben solarım, tükenirim.
İşte o zaman sen;
Ağlarsın, yanarsın.
Gitme...
İyisi mi sen bu mevsim de kal yanımda.
Bahara daha çok var sevdam.
Çok var...

çıkma yüreğimden hiç...

e.
2006 sonbahar

2 Ocak 2009 Cuma

Beni son halimle hatırla.
Hani yüzümdeki gülümsemeyle.
Kaşlarımı çatmadığım anlardaki gibi.
Seni evin içinde kovaladığım ve gülmekten kırıldığımız günlerdeki gibi.
İçtiğim zamanlarda çenemin bağının düştüğü gibi.
Sen hatırlamazsın, geceleri üstün açıldığında örttüğüm gibi.
Yada yanına sokulup, saçlarını okşayarak yanağına öpücük kondurmam gibi.
Eğer eve senden önce geldiysem, kapıda karşılamam gibi.
Elime kalemi aldığımda sadece seni yazmam gibi.
Kaybettiklerim aklıma geldiğinde senin varlığına sığınıp rahatlamam gibi.
Yemek sonrası sade kahveyi yudumlayıp “Suyum nerede?” diye bozuk çalmam gibi.
Bazı geceler sırf sen yalnız kalma diye sevemediğim çayı içmem gibi.
Ağladığında yanında olmam gibi.
Güldüğünde ise dünyaların benim olması gibi.
Yağan karın her tanesinde hüznümü gizlemem gibi.
Gecenin kör karanlığında kimseler görmeden yanımdaki duvara yaslanıp hıçkırıkla ağlamam gibi.
Anamı özlediğimde, kollarında özlemimin son bulması gibi.

Beni son halimle hatırla.
Zira gün gelince gideceğim herkes gibi.
Sevdam her ne kadar senin tekelinde olsa da olamayacağım yanında.
Kimbilir nerelerde, hangi alemlerde olacağım?
Kesin korkacağım oralarda.
Sıkılıp lanet edeceğim.
İlk işim seni aramak olacak her köşede.
Belki iyiyim diye seni unutturmaya çalışacaklar.
Veya kötüyüm diye hepten seni kazıyacaklar beynime.
Her ikisi de azap.
Her ikisi de çile.
Ama
Ben hep seni arayacağım.
Varsa eğer oralarda, kalemim elimde olacak, kesin.
Sıkıntı dolu günlerimi yazmak için.
Seni nasıl özlediğimi cümlelere dökmek isteyeceğim.
Ta ki kalemim bitene kadar.
Sonsuz dedikleri yer benim sonum olacak.
Bilirsin, her ne kadar yalnızlığı sevsem de sensizliği sevemedim bir türlü.
Sevmek istemedim ki.
Diyorum ya belki de tüm başka dünyaları vermek isteyecekler bana.
Sırf seni unutmam için.
Artık oraya ait olduğumu anlamam için.
Halbuki hiç bilmeyecekler.
Ben sana aidim...

Beni son halimle hatırla.
Hatırlarken de sakın ağlama.
Dayanamam.
Sızlar burnumun direği.
Nereye gittiğini bilemediğim ruhum daralır.
Gülmeni isterim ardımdan, kahkahalarla.
Çünkü gülmek bizim işimizdi hatırlarsan.
Sonra biraz müzik.
Sen ne çalacağını bilirsin.
Hatta benim yerime de oynarsın.
Gözlerini kapamayı unutma oynarken.
Öyle daha güzel hissedersin müziği ve dansı.
Vücuduna daha bir hükmedersin. Sahibi olduğunu daha bir anlar bacakların ve kolların.

Eğer sahip olamadıysam, bir ev istiyorum.
Aşık olduğum bir yer vardı hani...
Sen nerede olduğunu iyi bilirsin.
İşte oradan.
İçini nasıl döşeyeceğini de biliyorsun.
Kuşlar ve köpek olacak içinde, bir de ufak bahçesi.
Emekli olduğunda oraya yerleşirsin.
Artık biber mi ekersin soğan mı orası sana kalmış.
Beni soran olursa o evi gösterirsin.
İsteyen gelir ziyaretime, gelmeyenlere selam ola.
Sana gelince...
Sen nasıl yaşayacağını bilirsin.
Kime diklenip kime sakin olacağını, kime gönlünü vereceğini bilirsin.
Yalnızlığı sevmezsin.
Hep sığınacak liman ararsın.
Korkarsın dalgalardan. Sanırsın ki alabora olacaksın.
Halbuki iyi bir kaptansın sen.
Dümeni iyi kullanıp, denizlere kafa tutabilirsin.
Ama ne olursa olsun sev ve sevil.
Çünkü bilirim ki sen birini sevmişsen doğru, biri de seni sevmişse en doğrudur.
İyisi mi hayatı sonuna kadar yaşa.
...
Beni son halimle hatırla.
Gülerken.
Coşarken.
Hüzünlenirken.
Ve hep;
Seni çok ama çok severken...


beni son halimle hatırla... söz mü...?

e.
2005