27 Şubat 2009 Cuma

Bir daha söyler misin?
Bir daha söyler misin adımı?
Ne kadar da güzel çıkıyor dudaklarından.
Hani konuşmanın ortasında bir ya da iki, bilemiyorum sayamadım, söylüyorsun ya, bu kadar güzel olabileceğini hiç düşünmemiştim adımın.
Ta ki sen söyleyinceye değin.
Hele bir de yanına mahzun bir o kadar da sevimli gülüşünü eklediğinde ne hallere girdiğimi bilebilir misin?
Hadi bildin diyelim.
Peki, kalbimdeki fırtınaları dindirebilir misin?
Ne kadar da çok soru sordum sana...
Bırak sorayım, zira ne hallerdeyim bilmiyorum.
Hani insan içer içer zil zurna sokaklarda yürümeye çalışır ya.
Hani cesaretini toplar; her şeyini, içinde neyi var neyi yok ortaya döker, bunları yaparken de güler ya.
En büyük sensindir o zaman.
İşte öyleyim.
Haykırıyorum içimden.
Kalbimde yaşıyorum sarhoşluğumu ve bana verdiği tarifsiz cesareti.
Seni bekliyorum.
Gelecek misin?
Yoksa her zaman olduğu gibi şöyle bir bakıp sonra dönüp kaybolacak mısın?
Ne bileyim telefonlarıma cevap vermeyecek misin?
Ya gönderdiğim mektuplarıma vermediğin cevaplar, onlara ne demeli?
Ne kadar da güzel oynuyorsun benimle.
Karşı koyamıyorum.
Belki oynamıyorsun da ben koyuyorum gönlü.
Ben ediyorum sitemi.
Kim bilir.
Dedim ya sarhoşum.
Cesaretimi kollarımın arasına alıp haykırıyorum sana.
Ne güzel.
Sana daha önce böyle sevgisini ifade eden oldu mu hiç?
Oldu diyelim.
Böylesine sevgi dolu geldi mi yanına ya da kapına.
Geldi diyelim.
Hiç bu kadar kocaman kalpli olup da o kocaman yere hapsetti mi seni?
Bunların hepsi olsa bile benim kadar tutkulu oldular mı ki...
Günlerin sonu olan akşamlar geldiğinde içime doğuyorsun.
Ne kadar tuhaf değil mi? Gün bitiyor sen doğuyorsun.
Gecelerim aydınlanıveriyor birden...
Seni düşünüyorum fütursuzca. Hiçbir sınır olmadan.
Denizin sesi ve iyot kokusu seni soruyor. Seni özlüyorlar sanki.
Yıldızlara bakıyorum, çok ama çok özlediğimi bir kez daha anlıyorum ve en sonunda dayanamıyorum kalbimden çıkarıyorum seni, akşam yerini geceye bırakırken...
Alıyorum avuçlarıma.
İlk önce gözlerine bakıyorum, hani o davetkâr, utangaç olan gözlerine.
Başını önüne eğiyorsun.
O minnacık çenenden tutuyorum ve kaldırıyorum lepiska saçlı başını.
İşte tam orada yakalıyorum bakışını, beni en zayıf yerinden vuran bakışını.
Gözlerim doluyor bu mahzunluğun karşısında.
Bırakıyorum sarhoş olan kalbimi ağlasın diyerek.
Ağlıyor da.
Sonra sarılmak geliyor içimden o küçücük daha doğrusu minnacık bedenine, sıcaklığını iliklerime kadar hissedinceye değin.
Hiç bırakmamacasına.
Gece bu, eh bir de sarhoşluk eklenince var gerisini sen düşün.
Yoksa bunları nasıl yapar ve söylerim.
Demek içte kopan fırtınalar da içmeden sarhoş edebiliyormuş insanı.
Ne güzel.
Ne de hoş kokuyorsun. Bu parfüm değil teninin kokusu.
Burnumun direğini parçalarcasına sarıyor aromatik kokun her yanımı.
Sonra o güzelim uzun lepiska saçlarına gömüyorum yüzümü.
Kokluyorum.
Saçlarının içinde kayboluyorum.
Nerelere kimbilir?
Hâlâ avuçlarımdasın, gece ilerlemelerde.
Şikâyetim yok.
Ben sana tutsak olmuş sana bakmaktayım...
Sabah yaklaşıyor, ezanı duyuyorum.
Karşımda hâlâ sen.
Artık seni kalbime geri götürme zamanı geldi avuçlarımın.
Çok dikkat ediyorum, hiç sarsmıyorum.
Yavaşça bırakıyorum seni kalbimin en güzel köşesine, bu sabahın gecesinin gelmesini sabırsızlıkla beklemek üzere...

Böyle geçiyor benim günlerim işte.
Hep sen, tekrar sen.
Sense hiç oralı değilsin.
Hâlâ bir haber yok.
Telefonlarım cevapsız.
Mektuplarım sessiz.
Neredesin?
Aslında yoksun.
Hiç olmadın ki.
Benimki görmediğim, tanımadığım birine aşk.
İşte bu benim kadınım dediğim...
Hiç olmayacak biri.
Anlayacağın;
Sen hiç olmadın ki...

hayallerdeki aşklara...

e.
2004

26 Şubat 2009 Perşembe

Hava ne kadar sıcak böyle, insan üstündeki deriyi çıkaracak neredeyse.
Duş alsan bir türlü almasan bir türlü, bu yaşıma geldim hangisi doğru hâlâ çözemedim.
Sıcak havalarda soğuk suyla mı duş alsam, ılıkla mı yoksa sıcak suyla mı? Bakalım ne zaman öğreneceğim?
Şimdi keyif zamanı buz dolabında çıkardığım şerbet misali Tekirdağ rakısından bir duble sek almalı, sigaramdan birkaç nefes çekmeli.
Şöyle balkonumda keyif yapmalı…
Ne kadar yakın evler birbirine, neredeyse tokalaşacağım karşı evin
üçüncü katındaki Sabahattin Ağabey ile.
Bu ağabeyimiz polis emeklisi, bildim bileli o dairede ikâmet eder.
Kırmızı bir yüzü vardır. Patlıcan misali burnu ona başka bir özellik katar. Patlayacakmış gibi de şişmandır.
Çok yemez gördüğüm kadarıyla, çok içtiği kesin.
Ne zaman görsem elinde çay bardağındaki rakıyı iştahla yudumlar.
Karısı pek çıkmaz cama, eski kadınlardan belli, hani o kocanın bir dediğini iki etmeyen zamanlardaki kadınlardan.
Ağabeyimizin üstü her daim temiz, yemeği her daim zamanında önünde.
Neler çekti kadıncağız yıllarca kim bilir.
Duyarız ya hep polis emeklileri biraz zor insanlardır diye.
Sanırım Sabahattin Ağabey de onlardan, kaşlarındaki sert çatık kıvrımlarından belli oluyor...
-Of ! bizim kadınlar da eskiyince böyle olacak mı acep, şimdi bir dediğimiz iki oluyor ileride iki olmaz inşallah-
Sesler yükseliyor yine ikinci kattan. Selma Hanım ile beyi Tayfun, akşam yirmi otuz kapışmasını yapıyorlar.
Yahu nereden bulurlar bu enerjiyi?
Dile kolay; hem eller, hem ayaklar, hem de çeneler çalışıyor ve her gün yaşanıyor bu cebelleşme.
Vallahi aferin.
İşin garibi, Tayfun Bey değil darpları yapan. Selma Hanım işin içinde, hem de baş aktris olarak.
Kolay değil, Selma Hanım yüz yirmi beş çekiyor kantarda. Tayfun Bey'i sormayın altmışı buldu mu evde parti verir.
Durum böyleykennn...
Amanınnnnn!
Gitti Tayfun Bey'in kafası. Yedi kelleye küllüğü. Aman be Selma Abla yumrukların yetmiyor mu, ne o küllük ?
Birazdan pansumanını yapar yatışırlar. Yarına Allah kerim…
Dördüncü kata kayıyor aniden gözler.
Ferhunde var o katta.
Yaşı otuz ya var ya yok.
Of! O nasıl bir dişi öyle yahu...
Merak ediyorum o memeleri, Allah vergisi mi yoksa doktor mu yaptı?
Nasıl da meraklanıyorum uzun zamandır, tutup ta soramazsın ki şimdi
Neredeyse olgunluğun derinliklerine gelmiş olan Ferhunde’nin bacakları nasıl da düzgün olabiliyor böyle?
Off! Camdan bakarken dekolteyi kessen olmaz sanki.
Giremiyorum içeri daha yemek yiyeceğim, az evvel banyo yaptım, gözlerimi de yıkadım oysa. Gerek var mı bir daha göz banyosuna ?
Ah! Ferhunde benim olacaktın ki, nasıl da sarıp sarmalardım seni pamuklara. Çıkabilir miydin camlara öyle cesur yürek gibi.
Ah ah!..
Giriş katta Gülsüm Ana camın kenarında yerini almış yine.
Ne zaman demir taktıracak bu kadıncağız penceresine, bir adımda içeri girilecek neredeyse, kötü niyetliler o kadar çok ki.
Gazetelerde okuyoruz yaşlı kadını nasıl gasp ettiklerini.
Allah korusun, söylesem mi acaba? Yoksa parasını mı denkleştiremiyor?
Gelmiyor ki hayırsız evlatları, kadıncağız boşuna bekliyor camda.
Bilse ki gelmeyecekler, bilse ki atmışlar onu bir köşeye.
Bekler mi yine?
Çekip gitmişler bu diyardan, yaşamıyorlar artık bu ülkede.
Ah be hayırsızlar! Telefon da mı edemiyorsunuz, tatiliniz de mi olmuyor hiç?
Yazık be yazık! Sizde evlat büyütüyorsunuz unutmayın...
Yine fena daldım.
Gelemiyorum böyle haksızlıklara ne yapayım…
Beşinci katta ne oluyor öyle?
Tamam.
Ekrem Amca çatıyı aktarıyor yine.
Bir türlü rahat edemedi şu adam çatıdan yana.
Apartman da sahip çıkmıyor ki, sanki evler çatısız yapılıyor.
Ortak değil midir şu çatı?
Ama yeri geliyor zemin kat feryat figan ayağa kalkıyor -lağım tıkandı bok içinde yüzüyoruz, lağımcı çağıralım açsın diye
Bu durum da bok ortak, çatı değil.
Vay vay!
Apartmanda lağım için para toplanırsa verme sen de Ekrem Amca.
Ben şahidim gördüm yağmurlarda yerlere koyduğun leğenleri, muşambaları , o suyla savaşını.
Eski adamsın vesselâm, gık demiyorsun, kendin onarıyorsun.
Aslında çok akıllısın be Ekrem Amca, insanlarla uğraşacağına kendi işini kendin görüyorsun.
Ne diyeyim, tecrübe işte...
Zemin kat da görüş alanımın bayağı içinde.
Yeni taşınan evliler var orada.
Ah canlarım, daha dün gibi hatırlıyorum geldikleri geceyi.
Gecenin ikisinde nasıl da kornaya basarak gelmişlerdi mahalleye.
Olacak tabi, ilk defa evlenmişler, belki birkaç defa daha olabilir ama bu ilk işte, heveslerini alıyorlar.
O da ne koca saksı gelin arabasının üstüyle birleşiyor.
Haydaa! Sabahattin Ağabey şişe içindeki şeyin içinde durması gibi durmadığını gösterircesine bitiveriyor camda, kendinden önce gönderdiği saksıdan sonra. Bağırışlar, çağırışlar bir kıyamet.
Oldu mu ya şimdi, o senin komşun olmaya gelmiş, kırk yılda bir evlenmiş tadını çıkarıyor işte.
Bırak, nasıl olsa anlayacak hanyayı konyayı birkaç sene sonra.
Velhasılıkelâm olaylı bir gerdekten sonra ertesi gün ve onu izleyen diğer günlerde o kalın güneşlikleri açılmadı bir türlü bu tazelerin.
Hani insanı bir düşünce alıyor bu kadar performansa aferin ama olacak şey de değil.
Anlaşılıyor ki bizim damat kıskanç. Açtırmıyor kızcağıza perdeleri.
Ne olur ne olmaz kaçırırlar falan maazallah!
Şimdi düşünüyorum da haksız da değil hani…

Herkesin ailesinden bir parçayım sanki.
Göt göte tüm evler.
Hiç mi düşünmezler şu evleri yapanlar?
Bilmezler mi ki herkesin bir aile yaşantısı ve perdeyi kapamama gibi bir lüksleri var?
Olsun, fazla şikayetçi değilim.
Sadece tebessümle bakıyorum.
...
-Hadi kocacığım işe geç kalıyorsun.
-Tamam canım.
-Ne oldu? Dalmışsın.
-Hiç… Eskiler… Eski günler… Eski anlar… Ne de güzel dalmışım…

Düşünüyorum da o zamanlarda yani lise çağlarında ne gibi bir eğlencemiz olabilirdi ki mahallemizden başka?
Oysa şimdi?
-Hadi ben çıktım.
-Güle güle…

mahallenin delisi...

e.
2003

25 Şubat 2009 Çarşamba

Artık bir parçam olduğuna karar verdiğim Samatya’dayım.
Öyle garip bir hava veriyor ki içime, ben bile çok kereler şaşırırım.
Sanki kendimi buluyorum orada, hiçbir şey düşünemez olurum.
Tabii bu boş boş değil elbet.
Rakımı ve meyhanemi unutmamalı.
Öğle vakti yerimi ayırttım, garson soruyor:
–Ağabey aynı köşe mi ?
-Evet aslanım tam isabet, benim köşem.
On bilemedin on beş masası olan bir teras, gelenler aklı başında tipler.
Denizi görüyor kenarda arka arkaya sıralanmış bütün kare masalar, ama o köşe yok mu ? Başka be!
Farklı görürüm oradan gemileri ve yaktığı ışıkları ve hatta bazı zamanlar tenviratlarını.
Mutlu olurum, içimi tatlı bir hüzün kaplar gemilerin ışıklarını görünce.
Sanki küçüklüğümün mutlu günleri çakıyor tıpkı dostumun teknesinde bulunan çakar’ı gibi.
Hayret! Denizden korkan bir adam için garip düşünceler bunlar...
Garsonlar ve yanına serpiştirilmiş komilerin “hoş geldiğimi” anladığım kelimeleriyle alıyorum soluğu terasta.
İçimde tuhaf bir korku var –ya yerimi, köşemi ayırmamışlarsa ?
Yok yok, gözlerinden belli parıldıyor baş garsonun gözleri, anlıyorum yerim yerinde.
Her yer dolu yine, köşe selamlıyor tüm ihtişamıyla beni.
Bakıyorum şarap kabı içinde bol buzla beraber küçük Tekirdağ masanın kenarına iliştirilmiş yine. Mutlu oluyorum ayak basar basmaz, unutmamışlar sek rakı yudumladığımı, soğuk olmalı ya.
Hemen gözüm garsonda gözümün içine bakıyor mutlu bir tebessümle
O da görüyor yüzümdeki rahatlığı –eyvallah be garson !
Kaşla göz arasında –ağabey rakın tamamdır soğumuştur, dolduruyorum kadehine diyen diğer garson yanımda bitiyor yanıbaşımda.
Nasıl unutmazsınız be koçum... Ne diyeyim, sana da eyvallah !
Hava kararmaya başlıyor ağırdan, peşine taktığı mangal kokularıyla.
“Şıngır” sesleri ne de güzel geliyor kulağa, sevilen bir şarkının notaları gibi.
Sesler kararında parazit yok, herkes biliyor hangi tonda konuşacağını.
Garsonlar her zaman gördüğüm gibi başımı döndürüyor, masaların etrafında slalom yapan kayakçı gibiler.
Her şey keyif yapmaya müsait görünüyor, kadehin dibini vuruyorum hafiften masaya ve çekiyorum rakımdan kocaman yudumu.
Eh ne de olsa bu masada düşünülen ve konuşulan her şey bu masada kalır dışarı çıkmaz –oh! dünya varmış.
Mezelere uzatıyorum çatalı, hepsi birer kaymak, hani içmeden sarhoş olasım geliyor.
Hava karardı artık, uzaktan gemilerin ışıkları iyiden iyiye hissettiriyor kendini.
Kaçıncı dubledeyim?
Fark eder mi ki?
Etmez, e devam öyleyse.
Hemen karşımdaki masaya iki çift geliyor. Gözüme takılıyorlar birden.
Kelli felli kıyafetleri, belli ki kutlama var.
İki adam kırklı yaşlarda,yanlarındaki “güzel şeyler” otuzlu yaşlarda.
“Güzel şey” lerden bir tanesi bayağı asilce, içtiği şaraptan belli. Kırmızı.
Bıçakla kestiği beyaz peyniri ağzına götürüşü estetik görünüyor.
Süs bebeklerinden değil ama hoş kıyafeti var üstünde, kibar ve yüzüne uygun makyajı da fena değil.
Sanki yüzünde bir sıkıntı var zorla mı gelmiş ne?
Tedirginlik seziyorum yüzünde, hani bitse de kalksaklarda.
Birden elektrikler sönüyor, ama etraftaki diğer yerlerde var.
Hemen anlaşılıyor durum, tahmin ettiğim çıkıyor, yaş günü kutlamaya gelmişler.
Kelli felli adamlardan bir tanesi yaşını kutluyor pasta geliyor içeri.
Kaç yaşına girdi acaba?
Üzerinde dört mum var belki de kırktır gerçekten, Ne diyeyim nice yaşlara.
Şerefe kelli felli .
Oo! şampanya patlattılar, pek olmayacak bir durum bu meyhanede ama onlar da çağa ayak mı uyduruyorlar ne?
Eh, para kazanacaklar normal.
“Güzel şey” biraz tebessüm ediyor ama haydi kalkalım ifadesi yerleşmiş yüzüne bir kere, hâlâ devam etmekte.
Bu adam ona göre değil, anlamış sanki ama söylenecek yer değil burası, çıkalım da o zaman söylemeli ifadesi hakim yüzünde.
Veya evden izni kısıtlı almış olabilir mi acep?
İzin saati mi bitti yoksa ?
Yok canım, koca kız hem yalnız yaşayan bir tip sanki.
Yanındaki diğer güzel şeyle aynı evi paylaşıyor olmasın.
O da olmaz bunlar üniversite öğrencisi mi ki?
Ağabeyleri var da yakalanmasın diye mi tedirgin böyle ?
Daha neler, hangi çağda yaşıyoruz, hem asil görünüşlü dedim ya sanırım ailesi de aydındır.
Peki neden böyle mahzun ve tedirgin bu “güzel şey” bak yine eli çenesinde ovuşturuyor puflayarak.
Benim rakı bitmek üzere –garson soda limonumu tazeler misin ?
Yine büyük dostumun keyfime keyif katmak için bana alıştırdığı ve bundan büyük mutluluk duyduğum ince puromun yarısına geliyorum, olsun yedekliyim nasıl olsa. Bitsin.
Meyve tabağı geliyor, beş çeşit meyve var tabakta özenle kesilmiş belli.
Garson tebessümle yine yanımda; – ağabey ikramımız afiyet olsun.
Eyvallah!
Bir ses gecenin sessizliğini bölüyor aniden.
Küçük komi elinde kendi kilosu kadar çeken boş kirli yemek tabaklarını düşürüyor tam meyhanenin orta yerine.
Kim bilir hangimizin yağlı kirli tabağı elinden kaydı da, tutamadı.
Baş garsonun gözlerinde keskin memnuniyetsizlik, diğer garsonların yüzünde ise kin hakim oluyor birden.
O küçük esmer tenli cılız kominin yuvalarından fırlayacak gibi iri ve siyah gözlerinde ise
– gitti bu geceki yevmiye, var.
Herkeste sesin verdiği irkilmeden sonra rahatlık görünüyor. Olay kapandı.
Halbuki ne var? Allah’ın tabakları işte kırılsa ne olur kırılmasa ne olur.
Kırılması iyi aslında fenalıkları alır. Öyle demez mi ileri gelenler.
Hem tabakçılar da kazansın biraz, günah değil mi onlara, onlar da ev bakıyorlar.
Kaldırın o yüzlerinizdeki memnuniyetsizliği, hele hele hiç yakışıyor mu gözlerinizdeki kin o güler yüzlerinize ?
Kalkıyor “güzel şey” lerle kelli felliler.
Haydi şerefe, iyi yolculuklar.
Saat de bayağı ilerlemiş hani.
Daha arka masadaki aile oturuyor.
Yanımdaki masada çifte kavrulmuş kumrular gibi debelenen, yeni evli olduğu her hallerinden belli olan çiftin kalkmaya hiç niyeti yok.
Ben kalkmazsam o kalkmazsa ne olacak bu garsoncukların hali, onların daha işleri bitmiyor ki hemen, bir sürü işleri var.
Masalar toplanacak, masa örtüleri katlanacak hem sonra evleri nerede kimbilir ?
Yarın sabah on gibi yine meyhanede olmalılar, yeni geceye merhaba demeye.
Haydi bakalım yolcu yolunda gerek.
-Hesap aslanım...
-Hemen ağabey...
-Al bu da senin... Ha! unutmadan bunu da küçük komiye ver
-Sağ ol ağabey, hemen...
-Gene bekleriz köşe her zaman senindir ağabey...
-Eyvallah! Gemiler de orada olsun hep e mi...

şerefe...

e.
2003

24 Şubat 2009 Salı

Aşık olduysan bir kez, terk edilmeyi baştan göze almışsındır zaten.
Ne ağlamak, ne de ağıtlar yakmak fayda eder gidenin peşinden.
Aşkın en cazip tarafı tek taraflı olmasıdır çok zaman.
Her ne kadar "Biz birbirimize aşığız" kelimeleri dökülse de çoğu dilden, aslında tek taraftan göz kırpar aşk.
Ve bu cezbediş bir heyecana dönüşüverir.

Kovalayanda derin bir keder ve buna bağlanan çaresizlik.
Kaçanda yeni heyecanlara kanatlanmanın telaşı ve umudu...

Kovalayanda sevginin dayanılmaz hüznü,
Kaçanda sevginin binbir yüzü...

Kovalayanda kör bir umuda tutunmanın hesapsızlığı, berduşluğu,
Kaçanda gidişin tüm hesapların en ince ayrıntısına kadar yapılmışlığı...

Kovalayan, yolun çetrefilli ve bir o kadar uzun olduğunu çakar yüreğine bir mıh gibi.
Kaçan, yolun az ilerisinden köşeyi dönmenin hesaplarını yapar, izini kaybettirmek istercesine...

Kovalayan, yol boyu düşünür yaptığı hataları;
Bir toplar, bir çıkarır, çarpar ve böler,
Her bir adımında çıkamaz işin içinden.
Kaçan, hesabını daha ikinci adımda bitirmiştir.
Başka hesaplara yelken açmıştır bile...

Kaçan, onurunu çoktan köşedeki çöplüğe atmıştır...
Kaçan, hayallerinin yerini değiştirmiştir çoktan...

Kovalayan, ruhunu da yanına almıştır bu amansız yolculukta.
Kaçan, ruhunu satmıştır şeytana, geri almamacasına...

Kovalayan kör olmuştur, görmez etrafından geçenleri.
Kaçan, gözlerini dört açmış fel fecir okumaktadır alenen...

Kovalayan akıllı,
Kaçan zeki...

Kovalayan, baharın gurup vakti.
Kaçan, güneşi kapayan kara bulut...

Sonsuz bir yolculuğun mahkûmudur kaçanla kovalayan.
Kim haklı?
Kim haksız?
Bilinmez.
Kaçana sorarsan;
Ya aşkın tanımsızlığından dem vurur,
Ya sevginin anlamsızlığından.
Ya bir yürekte çok sevgiyi barındırır,
Ya da hayat bez bebek gibidir onun için; oynar ve sıkılınca fırlatıp atar bir köşeye.
Kovalayana sorarsan;
Aşk sevginin kökleridir.
Sevgi kutsiyetinin temelini atar aşk.
Bir yürek ömrün sonuna kadar tek bir yürekle atar.
Tek nefes, tek hayat, tek rüyadır sevgi.
Oyun değildir, asla.
Yürek işidir aşk.
İnsan işidir...

Kısacası;
Kaçan kovalanacaktır sonsuza kadar.
Bitmeyecektir bu cebelleşme.
Ta ki aşk tek yürekte atmasını öğrenene kadar...

aşk insana yazılır... insan aşka değil...

e.
2007 sonbahar

23 Şubat 2009 Pazartesi

— Her şey gönlünce olsun, dedi bir ses…
‘Uzaktan tanıdığım biri’ diye iç geçirdim.
Sadece biri…
Çünkü onu bir yerlere koyamamıştım yıllardır.
Ne bir dosttu, ne de bir yâren…
Hele hele anıların tozlu sayfalarına sığınan bir arkadaş hiç değildi.
Bir gerçek vardı ki, o da kalbimde derin izler bıraktığıydı.
Bazen bir yerlerden çıkar; içimde küllenmeye yüz tutmuş ateşi alevlendirir ve çeker giderdi.
Beni bilirdi, bilirdi içimdeki alevi.
Nedir, bildirmezdi içinden geçenleri…
Yığardı üstüme sevgi pusunu,
Konuşmaz ve çeker giderdi, beni benimle bırakarak.

Öyle geldi yine yanıma, durakta otobüs beklerken.
O “bazen” yine gelip çatmıştı;
Bir yerlerden yine çıkıp gelmişti O.
Sesi duymamla birlikte anında alev aldı içimdeki kor.
Hava ayaza çalmışken tüm bedenim bir ateş topuna döndü.
Boş bulundum, ardıma baktım.
Doğruydu…
Oradaydı.
Başa sardı sevda gönül bandını.
Kemanlar çalmaya, İsketeler ötüşmeye başladı kendinden geçercesine.
Gözler arası kurulan kısa bir bakışma hattı sonrasında, dudaklardaki hareket sessizliğe yenildi birden bire.
Çünkü
— Her şey gönlünce olsun, dedi. Hem de her şey ama her şey gönlünce olsun…
Gelmedi sıra sevda sözcüklerine,
Gelmedi sıra ellere,
Gelmedi sıra aşka,
Bu kadar kısaydı temennisi.
Ben neyin temennisi olduğunu soramadan kaçtı, uzaklaştı.
Oysa
Madem gönlümce olsun her şey…
Sen, Sen, Sen, diye peşinden haykıracaktım ki…
Otobüs durdu önümde;
Ön sırada olan ben kalakaldım olduğum yerde, kıpırdayamadım.
Yolcuları aldı ve gitti…

Hâlbuki sıra sevdaya gelecekti bu kez.
Bırakmayacaktım, kaçırmayacaktım bir kez daha.
Ancak
Yine yığdı üstüme sevgi pusunu.
Çaktı alevin ateşini, kor’u diriltti.
Sonra da çekti gitti.
Tutamadım yine.
Aşkıyla, sevdasıyla ve gönlümdeki ateşiyle beraber beklemeye başladık diğer otobüsü.
Ne zaman gelir?
Tanrı bilir…

gönül “her şey’e” takılıyor hep… olmuyor…

e.
2007 kış

21 Şubat 2009 Cumartesi

Üç tekerlekli bisikletim vardı.
Sonra takviyeli iki tekerlekli bisikletim oldu.
Her ikisinde de güvendeydim,
Düşmüyordum.
Sendeliyordum ama,
Düşmüyordum.
Fazla anlam yüklemeye hacet yok.
İki teker babam,
Takviyeler anamdı.
İki teker hayatta kat edeceğim yol,
Takviyeler de tökezlediğimde itici gücümdü.
Nerede karnesini almış ve bisikleti hak etmiş bir çocuk görsem,
Hayat gelir gözümün önüne.
Şimdi başlamıştır mücadelesi derim;
Düşmeler, kalkmalar,
Sevgiler, ihanetler,
Siyahlar, beyazlar…
Mutluluğun o andan itibaren sadece anlara saklandığını görecektir,
Yaşamın hayvansı bir vahşilikle yol aldığını da.
Eğer yüreğinin yerini biliyor
Ve
Nasıl attığını iliklerine kadar hissediyorsa;
Varsın çetin geçsin yaşam.
Onun artık bisikleti var…

öylesine bir yazı… içimden geldi…

e.
2009 kış

20 Şubat 2009 Cuma

Sen bitirdin
Sen gittin
Sen yittin
Ben kaldım
Ben yandım
Ben soldum
Lakin
Yüreğim yerinde
Gönlüm de öyle
Çok dolular
Aşkınla-Sevdanla
Aklına geliyor muyum
Merak ediyor musun beni
Bilemem…
Lakin
Aklına gelsem de gelmesem de
Merak etsen de etmesen de
Ben ikimizin yerine sevmişim bir kere
İkimize yetecek kadar sevgim var
Biraz sana biraz bana
Gitsen de kalsan da…

sevsen de bir sevmesen de…

e.
2009 kış

19 Şubat 2009 Perşembe

İlk veda senden geldi hercai menekşem.
Kahredici sessizliğin ardına saklanan buymuş meğer.
Günlerdir gülmeyen yüzün haykırıyormuş meğer vedayı,
Dudaklarından binbir zahmetle çıkan soğuk cümleler de öyle.
Solgun yüzün ayrılık hazırlığı yapıyormuş meğer.
O yüzden eski neşen yokmuş yerinde.
Tapılası gözlerin o yüzden fersiz kalmış.
Ellerin ellerimi terk etmek üzereymiş, bu yüzden buz gibilermiş meğer.
Kokunu evde bırakmışsın yanıma gelirken,
Pamuk gibi beyaz tenine yapışmış o narin kokunu.
İstememişsin tüm güzelliğini getirmeyi bu son buluşmaya.
Hakkım olmadığını düşünmüşsün son kez seni koklamaya.
Kaç gün oldu bilmem, adımı da söylemedin hiç.
Hani bir çok anlamlar katıp söylediğin adımı.
Meğer başka isimlere hazırlık yapıyormuş dilin.
Başka isimlere özenmiş, meraklanmış...

Kısacası nazlım;
Vedanın tüm ayrıntılarını düşünmüşsün.
Nasıl katı kalpli olunacağını,
Nasıl yalanlar söyleyeceğini,
Nasıl gönül yarasını derinden açacağını...
Hepsini düşünmüşsün.
Hangi arada bu cesareti topladın tanrı aşkına?
Hangi arada sevgiyi attın bir çöplüğe gözünü kırpmadan?
Hangi sokaktaydı o çöp kutusu?
Geriye bakıp gözlerin doldu mu peki uzaklaşırken olay mahallinden?
O attığın sevginin içi ne çok doluydu, biliyor muydun peki?
Sürüsüne bereket yaşanmışlıklar,
Sürüsüne bereket yarınlara saklanmış güzel umutlar vardı.
Bir ömür boyu ikimize yetecek kadar içi dolu bir sevgiydi o attığın.
Hadi attın diyelim.
Sence yakıştı mı o çöplüğe?
Herhangi bir sokağın köşesine bıraksaydın keşke.
Veya bir cami avlusuna.
Ya da bir sahil kenarında bulunan derme çatma çakıllar arasına sıkıştırsaydın.
Daha makbule geçmez miydi?
Sence yakıştı mı o çöplüğe?...

Hayat kısa hercai menekşem.
Olur ya; gün gelir o çöp kutusu önünden geçiverirsin.
Acaba hatırlar mısın o günü?
O çöp kutusu yerinden kalkmış olsa bile için sızlayacak mı oradan geçerken?
Yoksa o semtin adını bile unutmuş mu olacaksın?
Yoksa ilk vedanın senden gelmiş olmasının gururu mu saracak her bir yanını?
O gururun verdiği mağrur gülümseme mi takılacak dudağına?
Ne de olsa vedanın ardından kalbini temizlemiş olmalısın.
Benim ki de laf işte, tabi ki unutacaksın her şeyi...

İlk veda senden geldi hercai menekşem.
Geldi gelmesine ama, ben hâlâ düşünüyorum,
Yakışmadı sana be!
Tıpkı narin bir kadının parmakları arasına sıkıştırdığı ve hiç yakıştıramadığım bir sigara izmariti gibiydi bu veda.
Öylesine yakışıksızdı işte.
Öylesine anlamsız.
Ve bir o kadar namertçe...
Hayat pamuk şekeri değildir elbet.
Ömrün tamamı mutlulukla bezenmez mesela.
Tüm âşıkların kavuşması beklenmez.
Nefesin ille de başka bir nefesle sonlanacağı diye bir şey de olamaz.
Güzel ve çirkin.
Doğru ve yanlış.
Başlangıç ve sondur hayat...

İşte, hayat bu denli kısayken,
Yakışmadı bu veda sana hercai menekşem.
Hani, vedaların da bir asaleti olmalı.
Her ne kadar kederden başka verdiği bir şey yoksa da gönüle, başı dik olmalı vedaların.
Nasıl bir an bile düşünmeden “seni seviyorum” çıkıyorsa dilden,
“Seni sevmiyorum artık” da çıkabilmeli bir çırpıda.
Karşındakine vereceğin acının büyüklüğüne aldırmadan gidebilmeli insan.
Bir anda olmalı vedalar.
Lafı dolandırmadan,
Yalansız, hilesiz,
Yüreklice.
Pat diye...

Evet, ilk veda senden geldi hercai menekşem.
Ama yakışmadı,
Yakıştıramadın...

hayatın olası vurgunudur vedalar...

e.
2007 yaz

18 Şubat 2009 Çarşamba

Günaydın.
Bayağı uyudun bu gece.
Eh normal, kolay değil, ameliyat geçirdin.
Sünnet bile olsa insan kendini kötü hissediyor, kaldı ki daha ağır bir operasyondu bu.
Çok şükür her şey yolunda geçti. Bir sorun yok.
Yarına çıkabilirmişsin hastaneden.
Ama her ihtimale karşı bir gece daha kalman daha iyi olurmuş.
Bakma öyle, doktorun yalancısıyım.
Sen bırak şimdi bunları. Bitti ya her şey,sen ona bak.
Yok, gece uyumadım.
Geçen gece de uyumamıştık biliyorum.
Beni boş ver. Bilirsin ben alışkınım uykusuzluğa. Bir iki saat yeter artar bile.
Hem sen demez miydin? “Nasıl dayanıyor bu herif şu uykusuzluğa” diye.
Allah vergisi işte. Birkaç saat beni çelik gibi yapıyor.
Ben bu gece de yanında olacağım.
Bak! Yine diktin gözlerini.
Bir şey olmaz, ben daha bitmedim.
Bitersem nasıl olsa hastanedeyiz, beni de yan odaya alırlar,tam olur o zaman.
Ben sevgilini aradım.
Sana sürpriz olur diye düşündüm.
Adını duyunca nasıl da mayıştın hemen.
O da gelmek için can atıyordu zaten.
Ben geliyor musun deyince, bir sevindi ki sorma.
Sandım ki telefon ahizesinden fırlayıp buraya geldi.
Akşam yirmi uçağıyla burada.
Tamam, o zaman ben gider dinlenirim otelde.
Bak hemşire geldi. Pansuman zamanı. Ben dışarıdayım. Çıkınca tekrar yanına gelirim.
Aramamı istediğin bir yer var mı?
Biliyorum annen ararsa ufak bir soğuk algınlığı var ve dinleniyor diyeceğim.
Dayın da neredeyse gelir. İyi ki ona haber vermişiz. İnsanın bir büyüğüne ihtiyacı vardır her zaman.
Hele böyle durumlarda.
Hay Allah sen kalk buralara iş diye gel ve ufak da olsa bir operasyon geçir.
Neyse geçti işte.
Hadi ben dışarıdayım.
Dışarı çıkıyorum
Ah! Hoş geldin dayı.
İçeride hemşire var. Pansumanını yapıyor.
İyi ki buradasın, seni soruyordu.
Merak etme her şey yolunda. Sıkılacak bir durum yok. Sadece morale ihtiyacı var.
Hah! Hemşire çıktı.
Buyur dayı. Ben buralardayım. Sen yalnız görüş istersen.
Akşam
Oooo! Hoş geldin.
Seni bekliyor. Gözü yollardaydı. Deminden beri saati sorup durdu.
Uçak rötar yaptı galiba. Neyse geldin ya.
Dayısı içeride. Gir tabi. Sen girmeyeceksin de kim girecek.
Peki beraber girelim.
Bak sana kimi getirdim?
Ta ta ta taaam!
Haydi bakalım çifte kavrulmuşlar, giderin hasretinizi.
Eh! Ben gideyim artık.
Nasıl olsa iyisin ve yakınların yanında.
Hem yapılacak işlerim var.
Nasıl? İnanamıyor musun bu söylediklerime?
Neden?
Böyle bir durumda nasıl gitmek isteyebilirim.
Öyle mi?
E, yakınlarınla olmak istersin belki, özellikle sevgilinle.
Onlar ayrı ben ayrı biliyorum.
Tabi ki senin nazarında yerimi de biliyorum.
Kimselere satmayacağını da biliyorum.
Ama ne bileyim belki de yalnız kalmak istersin.
Malum uzun zamandır yanındayım.
Hasta psikolojisini bilirim az çok.
Saçmalama. Her zaman kötü gününde yanındayım.
Hiç seni başkalarına bırakır mıyım be dostum? Elbette ben olacağım yanında.
Tamam tamam kızma hemen.
İşim yok. Uydurdum.
Demin söyledim ya;
Belki yalnızlığa ihtiyacın olur diye.
Bilirsin beni, iste canımı vereyim.
Böyle konuşma bir daha;
Satış matış falan. Duymayayım...
...
Ne mücadele vermiştik işlerle ama. İşin büyüğü sendeydi.
Bense sana destek olmalardaydım.
Keyifli işler çıkarmıştık.
Hele sonrasında yapılan tartışmalar yemek masasında en büyük eğlence halini alıyordu değil mi?
Ve hastalığının nekaheti için dinlenmeye doğru yola koyulmuştuk sonunda.
Bir hayli yorulmuştun.
Bir de bu ameliyat, hem moral hem fiziken bayağı hırpalamıştı.
Kolay değil.
Olsun, gideceğimiz yer senin en büyük tedavi merkezindi nasıl olsa.
Mavi sular.
Şimdi sen orada bir iki dalış yapardın. Şöyle bir deniz dibini tarar, Lüferle, İskorpitle ve şansın varsa Orfozla hasbıhalini eder kendine gelirdin. Üstelik eskisinden daha sağlıklı olarak.
Biraz fazla takıyordun kafana ama.
Doktor üstelik korkma demişti.
Bir şey olursa hemen müdahale edilecekti zaten.
Ben de sana sıkılıp günlerini zehir etme derdim hep.
Hatırlar mısın, güzel bir nekahet geçirmiş ve sağlığına kavuşmuştun.
Her şey eskisi gibi olmaya başlamıştı.
Ben de yanındaydım. Üstelik annen de yanındaydı. Hatta kardeşin. Hatta sevgilin.
Oh! Var mı senden kralı?
Ne güzel.
Seni onlara emanet etmiş ve müsaade istemiştim.
Çok teşekkür etmiştin bana. Neyin teşekkürüyse bu?
Üstelik hakkını nasıl ödeyeceğim gibi saçma sapan konuşmuştun.
Böyle şeylerin lafı mı olur demiş ve saçmalamaman gerektiğini söylemiştim.
Hüzünlü bir ayrılıktı. Vedalar hiç mi hiç hoş değildir.
Hele hele böylesine zor geçen günlerin ardından.
Zehir gibidir.
Ama her şeyin bir sonu var elbet.
Eyvallah demiş ve ayrılmıştım yanından.
Bunlar acı tatlı anılar işte.
Anılası en güzel günler, her ne kadar sıkıntılı geçmiş olsa da…

Hatırlıyor musun? Nasıl da başımıza gelmişti böyle bir arıza yıllar önce.
Başka bir kentte, yabancı insanların yanında sen kalk rahatsızlan.
İyi müdahale edildi.
Gerçi tanısı geç konmuştu arızanın ancak sen neticeye bak.
O günden bu güne haber almadım senden. Hiç şikayetçi olmadım.
Sevdiklerin yanındaydı. Aklım sende değildi.
Günleri aylar izledi hala bir haber yok senden.
Bir ay iki ay derken bir üçüncüsü...
Bir tuhaflık var bu işte. Dur bir telefon edeyim.
O da ne?
Telefonunu açmıyorsun.
Belki müsait değilsin. Mesaj göndereyim müsait olunca ararsın?
Bir ay daha geçti hala cevap yok...
Yahu ne oldu şimdi?
Elime tesadüf bir dergi geçiyor bu günlerde. Güzel bir denizcilik dergisi.
Karıştırıyorum yaprakları. Seni görüyorum.
Denizleri sevdiğinden seninle röportaj yapmışlar.
Ne güzel deyip başlıyorum büyük bir iştahla cümlelerini okumaya.
Güzel gidiyor. Sonuna doğru geliyorum;
Hassiktir!
Dost yoktur, demişsin.
Her dost dediğim de bir yamuk gördüm, demişsin.
Bir ara hastalandım ameliyat oldum, demişsin.
Doğrudur.
En son bir dostum vardı. O da bu hastalık muhabbetinden sıkıldı kaçtı gitti demişsin.
Duble Hassiktir!
Bu benim yahu. Buz gibi ben.
Nereye kaçtım yahu ben?
Başka hayatlar mı yaşadık?
Yoksa ben başkasıyla mıydım o soğuk hastane koridorlarında?
Sanırım orası hastane değil kestaneymiş meğer…
Toparlanıyor ve sana bir mesaj gönderiyorum.
Çok kırıldım. Neler oluyor böyle? diye.
Öyle bir cevap geliyor ki. Kanım donuyor.
Bu güne kadar dostluk adına yaşanan tüm güzellikler kötülükler bu cevabın içinde kaybolup gidiyor. Hem de bir daha asla geri gelmemecesine.
Her şeye eyvallah.
Saçmalamalarına da eyvallah.
Ne yalan söyleyeyim.
Hakkımı fazlasıyla ödedin dostum.
Üstünü vereyim diyeceğim,
Ama yoksun...
Neyse, gördüğümde veririm!
Düşünüyorum da;
Fazla ince düşünmek pek geçerli akçe değilmiş.
Düşünüyorum da;
Bir kişiye, bu kim olursa olsun; arkadaşlığını, dostluğunu, vermeyecekmişsin.
Düşünüyorum da;
Bazı dostluk ayarlarını kendinde gizli tutacakmışsın.
Uluorta sergilemeyecekmişsin.
Kendini hırpalamayıp işi oluruna bırakacakmışsın.
Bunları bir gece rüyama giren Ak Sakallı Dede! söyledi.
Hem de karşımda kahkahalar atarak.
Neyse bu kahkahaların anlamı?
Sahi nereden çıktı bu öykü?
Hiçbir yerden aslında.
Tamamen hayalden.
Olmayan, herhangi bir olay ve kişilerden.
Tamamen Hayalden...

dost mu? hasss...

e
2004

17 Şubat 2009 Salı

Yolda yürürken rastladım sana.
Tamamen tesadüf.
Gün basmış, geceye varmak için saatleri sayarken,
Üzerime yapışmış gündüzün çirkefinden kurtulmak için çırpınırken,
Borçlarımın nasıl da üzerime üzerime geldiğini unutmuşken,
Hayatın güzelliğini hayalimde kurarken,
Sana rastladım.
Pat diye...
Elimde günün nevalesi, bir ekmek, iki yumurta ve biraz da domates vardı.
Seni gördüm.

Bilmiyordum kimin nesi olduğunu.
Adın neydi, onu da bilmiyordum.
Önemi de yoktu.
Beni ilgilendiren kalbindi.
İçinde sevginin olup olmadığıydı.
Sevebiliyor muydun? Sevilebiliyor muydun?
Mesele buydu bana göre.
Bir de gözlerin, rengi fark etmez.
Bakışlarındaki güç...
Bu güne kadar nasıl bakmışlardı?
Kimlere ümit, kimlere acı vermişti?
Baktığında aşkını anlatabiliyor muydun sevdana?
Yoksa yalanların sarmaşığına mı benziyordu bakışların?
Bu önemiydi benim için.
Neden önemliydi onu da bilmiyorum ya.
Önemliydi ama...
Hele yanından geçerken burnuma vuran o kokuyu, ömrümce unutmam.
Zerdali gibi kokuyordun.
O kokunu alınca boynuna baktım hemen.
Olsa olsa boynundan süzülen bir kokuydu bu.
Ya da bukleli saçlarının kapattığı ensenden geliyordu.
Tenin beyaz, yanakların pembe pembeydi, saçların ise sarıya çalıyordu.
Zerdalinin çiçeği beyazdır, bazen de pembeye çalar, meyvesi de sarıdır.
Bedenin olgunluğun doruğundaydı.
Oysa yaşın çok gençti ya da bana öyle gelmişti.
Çabuk olgunlaşır zerdali.
Sen zerdali kokulu bir kızdın.
Evet evet her şeyinle,
Zerdali kokulu kızdın sen...
Yolun bitimine değin baktım sana.
Dönüp bakmanı istedim arsızca.
Biliyordum bakmayacaktın.
Benim ki tesadüfe sıkışan küçük bir temenniydi sadece.
Zaten baksaydın ne hale gelirdim bilemiyorum.
Elimdeki nevaleleri bırakıverirdim yere o olurdu.
Sonra etrafta bir gören olur, utanırdım.
Bir iki çift laf da edemezdim, dilim dönmez böyle zamanlarda.
Olsun yine de güzel oldu sana rastlamam.
Uzun bir zaman olmuştu güzel koku duymayalı.
Hele ki zerdali kokusu.
Uzun zaman olmuştu güzel bir çiçek görmeyeli.
Bazen tesadüfler insanın ruhunu parlatıyor.
Köhne bir hâl alan kalbi cıvıl cıvıl yapıyor.
Umudunu tazeliyor insanın...

Yolda rastladım sana.
Tamamen tesadüf.
Pat diye.
Tanımıyordum seni, bilmiyordum.
Olsun;
Ben zerdaliyi biliyordum ama...

tesadüfler anların en tatlı parçasıdır...

e.
2007 yaz

16 Şubat 2009 Pazartesi

Adımlarım sayılı.
Birkaç adım ötesi gerçek:
Yokluk…
Dönüşü yoktur ayrılıkların.
Ne el, ne de mendil sallanır.
Senden de aynını bekliyorum.
Mendilini ne veda için ne de gözyaşını silmek için kullanma bu gün.
Bırak güzel koksun çantanın içinde.
Mesela, fesleğen fesleğen.
Çünkü vedaların kokusu olmaz.
Renksiz ve kokusuzdur ayrılıklar,
Hissisizdir…
Veda sözcüklerini de yasaklıyorum.
Çünkü veda anında cümleler hoyrat olur.
Suratına ardı ardına inen tokat gibi,
Hırpalar…
Gözlerime de bakma bu ayrılık gününde.
Olur ya, içime akıttığım göz yaşlarımı hissedersin belki.
Başka başka baktığını görürsün belki de.
Çünkü veda anında gözler gerçek dost sözlerine benzer;
Acı ama gerçek gibi,
Yaralar…
Anılardan da bahsetmek yok.
Bu saatten sonra aşk anıların koynuna sığınmıştır.
Sıra yıllayacağı yüreğe gelmiştir artık.
Çünkü yıllar boyu yürek taşıyacaktır bu ağır yükü.
Değme hamala taş çıkartır gibi,
Onurlu…
Elin elime de değmemeli.
Bunca zaman yeterince ısıttım ellerini,
Öpüp kokladım.
Ancak yüzük parmaktan çıkmışsa bir kere,
Sevgi de vedaya hazırlanmıştır artık.
Çünkü o yüzük sonsuzluğa atılan imzadır.
Alına yazılan kader gibi,
Ömürcesine…
Sarılayım da deme sakın.
İnsan bir kere sarılır,
Bir kere tenine giyer sevda tenini.
Ve o ten kokusunu son nefese kadar taşır.
Çünkü bir bütün olmuştur artık o vücutla.
Ruh ve beden gibi,
Tek vücut…
Hatta elinden gelirse nefes bile alma.
Her bir soluğun beni soluğum,
Hastalığın benim hastalığım,
Her derdin de benim derdimdir.
Çünkü aldığın her nefesin çetelesini ben tutuyorum yıllardır,
Bir tanrı gibi…
Ve asla yeniden deme.
Ayrılıkların başı da birdir sonu da.
Bir kere dile gelir vedalar.
Bir kere koparsın hayallerinden,
Bir kere umudunu satarsın şeytana,
Bir kere tıkanır, bir kere teslim edersin ruhunu.
Anlayacağın;
Ölüm de bir ayrılık da.

İnsan bir kere ölür deniz kokulum,
Sadece bir kere...

geriye atılan adım olur mu hiç?..

e.
2007 yaz
Firariyim artık ben...
Kimselerin bilmediği bir yerlere doğru koyuluyorum yollara
Tüm sevgileri ardımda bırakıyorum
Ne ana, ne baba, ne bacı, ne bir dost
Ne de yâr...
Bir suçlu gibi kimselere görünmeden kaçıyorum
Bir el yok omzuma dokunup “kal” diyecek
Bir yürek yok ardımdan ağıtlar yakacak
Günahlar kendime
Suçlar yine kendime
Dünyanın bütün çirkefi de bana yazılsın, ne çıkar
Kendini bile sorguya çekemeyen
Kendine alabildiğine kırgın olan ben; kaçıyorum
Sevgiyi yüreğinde taşıyamayan ben; gidiyorum bir yerlere
Birileri kader diyecek
Diğerleri korkak
Olmayacak ortası bu suçlamaların
Dünyanın bütün suçları bana yazılsın, ne çıkar
Firariyim ben artık...

Bir nefesi sevdim
Gönlüm yangın yerine döndü adeta
Dünya eksenimde döndü durdu
Sevdanın büyüsü aldı ruhumu
O zaman sandım ki sevgiler karşılıklı
Sandım ki aşk iki kalbi de aynı anda vurur
Ama bilemedim
Aşk tek kişilikmiş
Riyakârmış
Bir aşk yürek yakarken, diğeri yanarmış
Bir aşk hasret çekerken, diğeri hatırlamazmış
Bilemedim
Anladım ki yeryüzündeki tüm sevgilerin en büyüğü ve en acısıymış
Eskilerin deyimiyle; kabir azabıymış aşk
Ölümden betermiş...
Riyakârdır dedik ya bir kere aşka
Dost, düşman olurmuş bir anda
Can dediğin, canın çıksın dermiş
Yüzüne gülenler arkandan söverlermiş
Acıyı paylaştıkların, senin acında tatlıya karışırlarmış bir anda
Gün gece
Beyaz kara
Neşen ise hüznün olmuştur artık
Aşkın günah sayılmıştır çevrende
Suçun ağırdır
Hükmü ise sürünmektir
İdamdan beterdir
Tek kişiliktir dedik ya bir kere aşk
Tüm günahları üzerine alırsın çekinmeden
Bir bakarsın ki muharebe meydanında tek başınasın, ruhunda tek yürekle
Çift çift atan kalbin, bir anda tek tek atmaya başlar
Ararsın sana destek olacak kalbinin öte yarısını
Çaresiz kalmışsındır er meydanında
Yapayalnız
Üzerine gelen dost-düşman mahlûkat sürüsü seni dümdüz eder bir anda
Oysa zor değildir onları alt etmen
Kalbinin öte yarısı yanında olsa, kainat gelse üzerine nafile
Ancak yoktur o öte yarısı
Yaşanmışlıklar film şeridi gibi gözünün önünden geçmeye fırsat bulamaz, tek bir kare bile
Ayrılık değildir seni düşüren aslında
Dost-düşman mahlûkat sürüsü değildir seni yenen
Savaş meydanından namertçe, korkakça kaçandır seni bitiren
Eskiler dermiş ya; kabir azabıdır aşk
Ölümden beterdir, diye
İşte bende karşında ölmeyi
Bir korkağın, namerdin beni böyle görmesini istemedim
Bu yüzdendir
Tüm sevgileri ardımda bırakmam
Kendimi bile sorguya çekememem
Kendime alabildiğine kırgın olmam
Ben senden kaçıyorum aslında
Yalanlara dolanmış, namert aşkından firar ediyorum ben
Firariyim ben artık...

kimse sormasın beni ne olur... firariyim ben artık...

e.
2009 kış

14 Şubat 2009 Cumartesi

Gerçek aşkı tek başına yüklenmek...
Öyle garip bir duygu ki;
Birincisi, sırtında okkalı bir yumurta küfesi var.
İkincisi ise gönlüne çöreklenmiş tarifsiz vebal.
Küfeyi düşürsen kırılır tüm yumurtalar, bir daha yek parça olmamacasına dağılır etrafa.
Vebali takmasan olmaz,
Çünkü tüm gönlün vardır o ağır taşın altında.
Her ikisinde de aşkın vardır aslında,
Tek başına yürütmeye çalıştığın aşkın…
Her türlü rüzgârdan koruduğun,
Her gözyaşından korktuğun,
Her gülümsemeden kıskandığın
Ve
Kendinden bile sakındığın aşkın…
Dile gelse yüreğindeki aşk, konuşsa şakır şakır,
İnandıramazsın.
Vücuda gelse, sarsa tüm özlemiyle,
Yine inandıramazsın.
Senindir bir kere o aşk.
Senin ismin,
Senin cismin,
Senin kalbin olmuştur.
Bu olsa olsa mutluluğun resmini çizmeye benzer.
İçindedir tüm heybetiyle,
Bağırsan da, ağlasan da, zırlasan da,
Anlatamazsın.
“Çeken bilir” gibi naftalin edebiyatına da gerek yok.
Zira o kadar yalan aşk var ki; dağda, kırda, bayırda...
“Gerçek aşkı tanıyan anlar” demek daha mı doğru ne?

Gerçek aşkı tek başına yüklenmek,
Kütahya işi bir vazoyu ıslak elle tutmak gibi bir şey.
Eğer gönülden bağlıysan o vazoya, tutmasını bilirsin,
Hatta ıslak elle tutulmayacağını da…
Her ikisinde de aşkın vardır aslında,
Korumaya çalıştığın ve sahiplendiğin aşkın…
Her türlü sevgisizliğe,
Her türlü ihanete
Ve
Her türlü riyaya karşı koruyup sahiplendiğin aşkın…
Satır satır dizsen dizeleri,
Hepsi birer şaheser olsa da…
Bestecileri kaldırsan yattıkları yerlerinden, etsen binbir rica bir iki nota karalayıversinler diye,
Kalksalar ve büyüleseler notalarıyla…
Tanrıdan mağfiret dilesen, birkaç yıldız borç istesen gökten,
Eyvallah dese ve gönderse de karşılıksız…
Neyse odur; kıpırdamaz o katı yürek,
İnandıramazsın.
Bağırsan da, ağlasan da, zırlasan da,
Anlatamazsın…

Bülbülün çilesi güle yanmakmış,
Neden?
Aşktan…
Gül bile anlamıyorsa bülbülü,
Neden bu beyhude çırpınış?
Neden bu aşka âşık olmak?...

deli işi gerçek aşkı tek başına yüklenmek…

e.
2008 yaz

13 Şubat 2009 Cuma

Bilir gibiyim,
dilinden dökülecek sözcükleri.
Kurşun gibi ağır,
kurşun gibi yaralayıcı.
Hatta öldürücü.
Suskunum bu yüzden.
Yalnızca diz çökmüşüm önünde,
bekliyorum senden gelecek kurşunları.
Bilirim ki, öldürücü her biri.
Ama inan,
ölüm hiç bu kadar tatlı olamaz;
Senin kurşunlarınla…

e.
2008 kış

12 Şubat 2009 Perşembe

Her şey ihtimal dahilindeyken,
ben seni seçtim.
Seni düşünmeyi,
içimde, dışımda seni yaşamayı seçtim.
Kuru kalabalıklar ortasında,
yalnızlık içinde,
sevginin binbir türlüsü içinde,
seninle olmayı seçtim…
Koyu grinin ağır bastığı günlerde,
İçimden kasveti kovalamak geldiğinde de
ben seninle yaşamayı seçtim.
Her ayrılıkta,
her vedada,
tekrar sevdim seni.
Yeniden ben olup geldim karşına.
Her özlemde,
her gözyaşında,
yeniden yeşerttim sevdamı,
yine yine sana geldim.
Her şey yitip giderken,
insanlık terk-i diyar edip sevdalar tükenirken
ve
Aşklar susmuşken,
ben seni seçtim.
Seni yaşamayı seçtim…

ya sen…?

e.
2009 kış

11 Şubat 2009 Çarşamba

Ben bir deniz feneriyim...
Denizcilerin yol boyunca tutundukları en sadık dostu,
Denizlerin ise ruhuyum.
Bir adanın en ucundayım, batı burnunda.
Güneş benim tam karşımdan batar,
Gün ise tam arkamdan “merhaba” der her sabah.
Arka taraf dediğim yer de önümdür aslında.
Çünkü benim her yanım birdir.
İçim dışım aynıdır; önüm, arkam, sağım, solum.
Kimselere riyam olmaz,
Ruhum bu benim.
Etrafı kollamak, çevreye zarar gelmesini önlemek görevim.
Ara sıra yanarım, etrafım ışıl ışıl olur.
Bir saniye kadar yansam bile tüm dünyayı aydınlatırmışım gibime gelir.
Çok mutlu olurum, çünkü herkes bana bakar olur o vakit.
Ben de onlara gülümserim ışığımla.
Kimseler farkına varmaz elbet, onlar sadece varlığımı fark edip yollarına devam ederler.
Eh, doğrusu da bu. Durup da ne yapacaklar.
“Vay fenere bak” mı? diyecekler.
Benimki kendimi avutmak için sığındığım bir fantezi işte.
Sıkılıyorum çok kereler, kendi kendime kalıyorum çünkü.
Ama yaz geldiğinde bambaşka olurum.
O zaman yıldızlar başka, ay başka, güneş başka, doğanın kokusu baş döndürücü, yağmurun kokusu hatta yağışı bile başka olur.
Etrafımdaki otlar, çiçekler uykularından uyandıklarında ilk benle merhabalaşırlar,
Bende onlarla tabi.
Bizim oraların poyrazı boldur.
Biz ona efe deriz.
Tepesi attığında öyle bir eser ki;
Her şeyi önüne kattığı gibi götürür sorgusuz sualsiz,
Asidir.
Nedir, yaz geldiğinde o bile sakinleşir, durulur.
Kendince doğaya gönderdiği bir saygı olsa gerek.
Tam önümdeki ruhum, yani deniz ise yazlık mavi elbisesini çeker üstüne.
Üstelik bunu fütursuzca yapar, tam gözümün önünde.
Her ne kadar bakmayayım desem de görürüm.
O kadar güzel olur ki o mavi elbisesiyle.
Öylesine salınır ki...
Sonra, eteğindeki köpükleri öylesine bırakır ki etrafına, herkes hayran hayran onu seyreder.
Böyle alımlıdır.
Bu mevsim hiç yalnız kalmam.
Çünkü batı burnundaki yerimden, doğanın muhteşemliğe sığınmış cömertliği tüm ihtişamlığıyla gözler önüne serildiği açıkça görülür.
Sevgililer gelir mesela,
Kumru misali koklaşmalarının kokusu ta bana kadar gelir.
Hele birbirlerine söyledikleri aşk nağmeleri.
Her ne kadar dilim olmasa da bedenim var. Oraya kazırlar aşklarını.
Hissederim tüm iliklerime kadar.
Hiç canımı acıtmaz bu yazılar.
Aşk var çünkü o harflerde,
Kalbini dökecek bir yer aramış ve beni bulmuş.
Yazsın tabi.
“Fatih seni seviyorum... Ayşem deniz gözlüm... Neredesin zalim kadın... Fener bana sevgilimi getir...”
Kimisi yalnız gelir, dayar sırtını bedenime.
Konuşur, kâh benimle kâh denizle.
Bana anlatınca tüm aşkını, dinlerim can kulağıyla.
Gerçi elimden bir şey gelmez ancak rahatladığını görür mutlu olurum.
Bazense öpüşmelere şahit olurum; heyecan dolu, sevgi dolu, buram buram aşk kokan.
Onları kollarım varmış da sararmışım gibi düşünürüm.
Tüm tehlikelere, tüm sevgisizliklere karşı.
İşte o zaman geceki heyecanıma dönerim, hani bir saniyelik etrafı aydınlatma heyecanım.
Bambaşka aydınlatırım etrafı.
Bazı zamanlar balıkçılar dururlar yanı başımda.
Sabahın ilk saatlerinde atarlar ağlarını ekmek için.
Gözlerinde gram uyku yok.
Sadece denizin onlara sunacağı nimetlere kilitlenmişler.
Rasgele...
Bizim oralarda güneş öyle farklı batar ki...
Kıyamazsın bakmaya.
Herkes elinde kamera, fotoğraf makineleriyle bu anı yakalama yarışına girer.
Ellerde şarap kadehleri ‘şerefe’ diyerek selamlarlar gün batımını ve ardına eklenen geceyi.
Kimileri kendini müziğin ritmine kaptırmış dans eder çılgınca,
Kimileri ise detone de olsa rüyadaymışçasına şarkılar söyler.
Ben o zaman yaşadığımı fark ederim.
“Ben de olsam aynını yapardım hani” diye düşünürüm.
Mutlu olurum, hem de çok...
Havanın mavisi yerini laciverte terk etmiştir.
Bizim 'efe' yavaştan kendini hissettirmeye başlamış; kadehlerin boşalmasıyla beraber danslar bitmiş, şarkılar susmuştur.
Üzerlere hırkalar giyilmeye başlanmıştır artık.
Gitme vakti gelmiştir...
Yıldızlar göründüğünde yalnızlık tekrar başlar sabaha kadar.
Doğa sanki bir uykuya dalar insanlıkla beraber.
Bense uyumam, uyuyamam.
Beklerim.
Diyorum ya;
Kollarım varmış da sararmışım gibi kucaklarım her yeri, herkesi.
Korurcasına...

Hangi fenerim diye sormayın ne olur.
Her fener bendir aslında,
Ben de her fener.
Yalnız,
Hüzünlü,
Dost,
Aşık ve sevgi dolu.
Ben hep buradayım.
Yolunuz düşerse bizim oralara,
Beklerim...

başkadır bizim oralar...
e.
2005

10 Şubat 2009 Salı

Adanın kekik kokuları sinmiş üzerine.
Buram buram geliyor kokun hafif meltemle.
Deniz ise tüm ihtişamı ve maviliğiyle izlemekte bu kekik kokulu kızı.
...
Geçen zamanın birinde rüyamda görmüştüm tanımadığım bir kızı.
Tüm adayı dolaşıyordu, yüzüne gülümseme çok yakışmıştı.
Gözlerindeki derin ve yakıcı bakışlar ise kısa bir süreliğine tatile çıkmıştı adeta.
İncecik, o her an kırılması muhtemel bedeniyse her türlü zorluğa kafa tutarcasına kıvrak hareketlerle nazire yapıyordu etrafa.
Çevresinde asker gibi duran zeytin ağaçları onu selamlıyordu.
O ise gülümsüyordu hala.
Dünyaya dikleniyordu sanki.
“Ben buyum işte, serseriyim, asiyim, ama, sonuna kadar da aşkla doluyum” der gibiydi.
Nihayet bir kıyının dibindeki kayaya oturuverdi.
Yorulmuştu.
Bakışlarındaki çözülesi imkansız derinlik bu kez denizin sonsuzluğunda kaybolup gidiyordu.
Birkaç damla yaş önce sağ sonra sol yanağından süzülmeye başlıyordu yavaş yavaş.
O bile yakışıyordu; hüzün ve getirdiği yaşlar.
Minik yüzünü ellerinin arasına alıyor ve bakışları daha da derinleşiyordu, hüznü daha bir coşuyordu.
Deniz, yanına gidene kadar sakindi ama o da dayanamadı.
Beyaz köpükler ona bir şey anlatırcasına köpürdükçe köpürdü.
“Yapma, bak ben de yanındayım” der gibi.
Sonra, meltem nöbet sırasını poyraza devrediyor, poyraz da yanına geliyor şimdi, gözyaşlarını alıyor yanaklarından, hiçbir yere dokundurmadan içine çekercesine götürüyor bilinmeyene doğru.
Güneş ise batmamakta direniyor ve son sıcaklığıyla ışıklarını sadece kekik kokulu kıza gönderiyor. Yanaklarında kalan yaşların izlerini kurutmak için.
Hepsi ama hepsi gülümsemesini bekliyorlar şimdi.
Gözleri hala uzaklara takılı halde yerinden kalkıyor ve onun için çırpınan doğaya gülümsüyor, teşekkür edercesine.
...
Uyanmıştım, dudağıma takılmış tebessümle ve gözlerimden süzülen bir iki damla yaşla.
Sanki ben o adanın deniziydim, poyrazıydım, güneşiydim.
Ondan böyle uyandım belki de.
Bu ada hangi adaydı?
Bilemiyorum.
Peki, bu kız kimdi?
Onu da bilemiyorum.
Bazen bu rüya gelir aklıma. İşte o zaman seni başka bir senle anarım.
Hani böyle;
Kekik kokan,
Denizin kızı,
Güneşin ilahesi,
Gözleriyle beni sarsan ve saran,
Herkesi peşine taksa da bir tek beni arayan,
Yanımdayken hiç konuşmadan, aşkını sadece gözleriyle anlatan,
Dudaklarını dudaklarıma kilitlediğimde ürkek bir kırlangıç gibi titreyen,
Hayatla kavgaya tutuşabilen.
Bu rüyamın ne anlama geldiğini bilemiyorum ama seninle öyle sen oldu ki.
Aynen rüyamda olduğu gibi sen de arada sırada geliverirsin aklıma.
Ruhuma aldırmadan giden kadın olarak.
Belki de bu rüyam ondandır.
Hani seni böyle kabul etmek isteyişimdendir.
Benim olmanı isteyip sen kaçtıkça seni daha çok bekleyişimdendir.
Kaç yıl oldu beni örselediğin Allah aşkına?
Bir, üç, beş...
Bilemiyorum.
Fark etmez de zaten.
Önemli olan kalbimdeki yerin,
Benim seninkinde olan yerim de ilgilendirmiyor.
Vazgeçtim çünkü senden.
Vallahi geçtim.
Sümen altı ayrılık da değil bu,
El altından ayrılık hiç değil.
Saka kuşu kafesinde mutsuzsa kanatlarını bedenine iyice yapıştırır ve şişer, öylece hareketsiz durur. Ne yemek yemek ister ne de su içmek.
Sadece durur.
Özgürlük girmiştir bir kere kalbine.
Sende öyleydin içimde.
Kanatlarını çoktan bedenine yapıştırmış, konuşmuyordun.
Bende bugün pencereyi açtım ve seni uçurdum.
Kalbimin penceresi bir an açık kaldı, içim boşaldı.
Ama ardıma bakmadım, inan.
Baksam belki bende kanatlanmak isteyecektim.
En güzeli bakmamaktı.
Hep bir merak olacak içimde,
“Acaba sen baktın mı?” diye.
Ne kadar da kocamanmışsın gözümde ve kalbimde.
Düşünüyorum da;
Pamuklara sarılıp sarmalanacak kadar değilmişsin sen aslında.
Ruhumu sana emanet edecek kadar iyi bir emanetçi de değilmişsin.
Kalbimin ağrılarını dindirecek bir keman ya da şarkıların notalarını yazacak bir sevdalı da değilmişsin.
Sen sadece bir yokluk sevdasıymışsın.
Hiçlik,
Anladım...
Baksana, var olmayan kekik kokulu bir kız, beni aldı, seninle çarptı, topladı ve sonunda böldü.
İşlem tamam.
Şöyle bir bakıyorum, ne kadar da çok ‘Bilemiyorum’ saklanmış ruhuma.
Ne fark eder ki.
Bunca yıl sen saklanmışsın, bırakayım birkaç da ‘Bilemiyorum’ saklansın.
Çok mu...?

burnuma kekik kokuları gelmiş... çok mu?

e.
2005

9 Şubat 2009 Pazartesi

Şeytan uçurtmam vardı çocukluğumda.
Her öğlen okul dönüşümde elimde olurdu.
Kimi zaman bir gazete kağıdı, kimi zaman eve gelen hediyeden arta kalmış paket kağıdından,
Anneannem yapardı.
“Kuyruk, uçurtmanın neşesidir, şanıdır” derdi anneannem, özenle yaptığı uçurtma için.
Sonrasında;
“Kuyruğu güzel olmalı, dik tutmalı kuyruğunu uçurtma, kuyruksuz uçamaz, pusulasını şaşırır” dediğinde ise şeytan uçurtmam elimde olurdu.

Uçurtmamın her yükselişinde gözüm kuyruğuna takılırdı.
Ne kadar da yakışıyordu o küçük gövdeye,
Nasıl da rüzgárla anlaşıyor ve yön veriyordu.
Pusulası sağlamdı uçurtmamın.
...
Bahar geldi geçti bu yıl da.
Göremiyorum artık gökyüzünde uçurtma.
Ne şeytan ne de çıtalı.
Mavi gökyüzü çiçek bahçesi olmuyor kaç bahardır.
Gökyüzü mahzun.

Yönümü bulamıyorum çok zamandır.
Uçurtma olmak istiyorum sanki.
Ama
Kuyruğum yok...
Kuyruğum olsa,
Rüzgârım yok...
Rüzgârım olsa,
Neşem yok, şanım yok...
Öylesine savruluyorum işte.
Pusulam şaştı...

Sevmeyi unuttum.
Nicedir kalbim buz kesiyor.
Gönlüm ıssız.
Sevilmeyi özlüyorum.
Özlenirsem, belki güneş uğrar diyorum bu buzhaneye.
Yolumu gözleyen bir nefes sıcaklığı hatırlatır belki.
Anlık bir bakış,
Hakiki sevgiyi tatmış bir çift göz eritir belki buz sarkaçlarını kalbimin.
Kimbilir...

Tanrının beni görmesini istiyorum artık, kucaklamasını özledim çünkü.
Örümcek ağı tutmuş hayallerimin artık parlamasını istiyorum.
Umudun hayallerimin yakasına yapışmasını istiyorum, hesap sorarcasına.
Yepyeni bir hayatın kapılarını açmasını istiyorum, ardına kadar.
Açılan kapıdan keskin bir ışığın gözümü almasını istiyorum kamaştırırcasına.
Ben eşikten atlayınca alkışları duymak istiyorum, çılgınca.
Yeter bunca zaman alkış tuttuğum ele güne, sıra benim olsun artık.
Kanatlarım da olsun, gönlüme lâyık.
Bir avuç sevenimi kanatlarım altına alayım, mutlu olsunlar.
Göçmen kuşlar gibi olalım.
Beraber yol alalım mutlak aşklara, sevgilere.
Zalimler, yalancılar, korkaklar, sahtekârlar ve vefasızlar kaybolsunlar ortadan, bir daha geri gelmemecesine.
Pişmanlıklar anı olarak kalsın ardımda, buruk anılar.
Kırgınlıklar bitsin, kaynasın tüm kırıklar.
Geçmişle yapılan derin hesaplaşmalar tatlıya bağlansın.
Ne ben borçlu olayım ne de onlar faiz işletsin artık.
Geceler hüzünden sıyırsın yakasını, güne varsın çabucak.
Şarkılar dokuz sekizlik olsun hep, notalar coşsun.
Kalemim düğünler yazsın, telli duvaklı.
Gözlerimin içi gülsün yeniden.
Hanımeli koksun tüm geleceğim.
Mis gibi...

Anneannemin şeytan uçurtmaları gibi olayım;
Kuyruğum güzel
Ve
Neşeli, şanlı
Ve
Her zaman dik
Ve
Pusulam doğru,
Son nefese kadar...


hiç kuyruksuz uçurtma olur mu?

e.
2007 yaz

7 Şubat 2009 Cumartesi

Bazen dalar giderim...
Bu, ya bir müzikle olur ya da karaladığım cümlelerle.
Nereye giderim bilmem, ama bir yerlere giderim.
Anlatamam...
Neyi özlerim, neye koşarım bilmem, ama koşarım.
Anlatamam...
Sen gelirsin hatırıma, gülümserim.
Seni sevdiğimi fısıldar yüreğim.
Bense,
Anlatamam...
Bazen dalar giderim diyorum ya;
Öyle mutlu olurum ki,
İşte bunu anlatabilirim...

dil sessizdir çoğu zaman...

e.
2007 kış

6 Şubat 2009 Cuma

Virane bir masadayım.
Karşımda virane bir sandalye,
Boş.
Boynu bükük, sahibini bekliyor.
Nedir, kaderine de isyan etmiyor.
Uzun zaman oldu, öylesine otururuz karşılıklı.
İşin en güzel yanı ne bir şerefesi var ne de konuşup kafa şişirmesi.
Sadece boş boş bakıyor bana veya ben öyle hissediyorum.
Kadehimi defalarca kaldırdım şerefine bana mısın demedi.
Yahu bir kere bir şey de be!
Çıkk..!
Demedi. İnat işte.
Geçmişte ne de olsa hep doluydu. Bir an bile boş kalmazdı ki. Hep meşgul verirdi bu virane sandalye.
Sonradan görme değil. Hazımlı yani.
Saatler süren, mezesi bol, içkisi sonsuz masa muhabbetleri bitmek bilmezdi ki.
Şahittir, kahkahalara, hüzne ve tartışmalara. Hatta bolca sarhoşluk zevzekliklerine.
Bazı zamanlar dillere dolanan kâh akordu bozuk kâh sağlam şarkıları da hatırlar.
Viraneliği aldatmasın, çok akıllıdır.
Hiçbir şeyi unutmaz.
...
O günlerin birindeydi...
Meyhanem dediği mekanındaydım Ustanın.
Usta?
Can, kardeş, ağabey... Gerçek dost.
Karşılıklı bilmem kaçıncı kadehleri kaldırıyorduk Ustayla.
Pikap kendini otomatiğe bağlamış, dönüp dolaşıp Ahmet Özhan’ın gençlik yıllarına uzanan bir LP sini çalmakta.
Öyle şarkılar ki isimlerini hatırlamıyorum bile. Sadece çıtırtıları duyuluyor plağın. Sonra şarkının içime işleyen nağmeleri.
Usta tabakasından bir sigara daha çıkardı.
Hiç sigarasına bu denli özenen ve lezzetli içene rastlamamıştım.
Yine özenle yakıyor ve derin bir nefes alıyor. Etraf bir an oksijensiz.
Açıyorum bir pencere,
Ciğerlere kıyak.
İçemedim ki şu boku. Sevemedim işte.
Ama seyretmesi çok güzelmiş.
Sonra, “Haydi şerefe” diyor tok sesiyle.
Hah! Bak rakıyı severim. Hem de su katmam. Mundar olur sonra.
Zehir alacaksan tam olsun. Sulandırmadan.
Ben de kaldırıyorum bilmem kaçıncı kadehi.
Şerefe...
Saatin kaçı olmuş acaba? Bakar gibi oluyorum;
Usta; “Hooopppp...” diyor
Sonra da ”Masada saate bakılmaz ve sorulmaz” diye ekliyor.
Utanıyorum.
Havadan sudan konuşmalar iyice derinleşiyor.
Havayla su bütünleşiyor.
Saate bakamıyorum ya. Kesin bir’ i geçmiştir.
Gerçi erken ama saat on altıdan beri masadayız.
Tuvalet antraktları hariç kıçımız virane sandalyeyle bir oldu.
Önümüzdeki günleri konuşmaya başlıyoruz Ustayla.
Yaz geliyor ya, ne yapacağız ne edeceğiz?
Kışın acısını çatır çutur misali çıkartacağız.
“Kış dertliydi” diyor Usta.
Haklı.
İşler anamızdan emdiğimiz sütü kıçımızdan çıkardı.
Usta “Sen bu yaza karışma” diyor.
Dertlerimi paylaş.
Yanımda ol, yeter.
Bendensin.
Gözüm kapalı “Tamamdır usta” demekten başka yapacak bir şey yok.
Ama zoraki değil, seve seve.
Zira dost çağırmış dertlere ortak olmaya. Çatıyı sağlam tutmaya.
Nasıl hayır denir ki?
Hay hay Usta...

Yaz geliyor.
Harika.
Temiz.
Berrak.
Bir kıyıdayız.
Her zamanki mekanda.
Her yaz olduğu gibi.
Keyifler kıvam.
Tıkırında hayat.
Gülmekse gülmek.
Çılgınlıksa çılgınlık.
Ara sıra durgunlaşmalar ama şerefenin sesiyle kaybolmalar.
Az ötede duran bir teknenin lombozundan* yansıyan güneş tam masanın ortasına düşüyor.
“Yakıştı be...” diyor Usta, daha çakırkeyfe on kala.
Hakikaten de doğru. Çok yakışıklı oldu masa. Sanki mezeler zil takıp oynamaya başladı karşımızda.
Haydi hop! hop! Hop!...

Gece ilerlemelerde.
Civar masalar toplanıyor. Bizim masa daha yeni başlıyor.
Gece bilmem kaç olmuş, biz hâlâ masadayız.
Altımızda virane sandalyeler.
Yanımıza gelen balıkçılar ve onlarla tokuşturulan kadehler.
Bir de inceden Rebetiko** çalıyor eski pikaptan.
Yanı başımızda deniz sakin. Hafiften kıyıyı yalayan dalgaların ahenkli sesi masadaki sesi bölüyor. Şimdi herkes bu sesi dinliyor.
Şşşşşş....Şşşşşşş...Şşşşşş....
İyot kokusu dalgaların bu sesini alıyor yanına, burunlarımız ve kulaklarımızla dansa başlıyor.
Dayanamıyorum. Kalkıyorum ayağa. Ustaya “gel” diyorum.
Usta şaşkın. Geliyor ama.
Kollar omuzlara gidiyor. Ağırdan kasap havasına başlıyoruz. Usta da az değilmiş hani. Hemen ayak uyduruveriyor.
Müzik iyotla dalgalardan, figürler bizden.
Bu dansın adı “Dostluk” olarak kalıyor oralarda uzun bir zaman.
...
Bir yazda böyle geçti…
Hangi yazdı?
Unuttum.
Çok oldu.
Usta nerede?
Bilmem...
Yalanmış meğer.
Anladım.
Yazık.
En güzeli senmişsin virane sandalye.
İnandım.
Ne hesap yaparsın sinsice, ne de arkadan vurursun.
En büyük Usta sensin.
Sen…
Bu yaza karışma.
Dertlerimi paylaş.
Yanımda ol, yeter.
Bendensin.
Ama gerçekten.
Ama yalansız.
Şerefe...

sağlık olsun...

Lomboz*- Gemi, tekne penceresi

Rebetiko** - Yunan halk şarkısı

e.
2005

5 Şubat 2009 Perşembe

Bir gazetenin bedava ilan sayfasındayım.
Ne altımda ne de üzerimde çizgi var.
Öyle kelime falan da sayılmadı, sadece bir yere raptedildim.
Başlığım ise:
“Ben düştüm”
Hafif büyük puntolu ve biraz da koyuca.
Öyle bir yerdeyim ki
Elin adamı baksa hemen görecek amma velakin okuyanım yok.
Hani sebat etsen de elden bir şey gelmiyor.
Zira nereye yapılmışsa mizanpajın oradasın,
Kaçış yok.
Çaresiz katlanacak ve bekleyeceksin bir meraklı bakışı.
En büyük keyfim, sabahın köründe -bir zamanlar benim yaptığım delilik misali- kışın en ayazında, vapurun açık kısmında seyahat eden birinin elindeki gazetede olmak.
Hele bir de sigara içmiyorsa okuyan, işte keyfin en hasını yaşıyorum o vakit.
Nasıl yaşamam;
Adam tam benden derim o zaman,
Deli.
Bayılırım vapurla bir Anadolu bir Avrupa yakasına savrulmaya.
Bazı zamanlar bir köşeye atılır o gazete, ben iç sayfalardayım,
Bedava ilan sayfasında.
O sayfa açık kaldığında üşürüm çokça.
Aldırmam aslında, seviyorum ya deniz havasını.
Ha, bir de Simidi çok severim.
Kışın insanlar vapurda hem sigara tüttürür hem de elindeki simit parçacıklarını martılara atarlar, havada kapılması tuhaf bir his verir atana.
İşte tam o esnada, gazetenin üzerine doğru uçuşur ve düşer susam parçacıkları.
Ne de güzel kokar mübarek. Hangi taş fırından acaba?
Acaba diyorum da, taş fırın kaldı mı?
İşte o susam yağmurunun kokusu açlığımı yatıştırır bir nebze.
Aç olan içim değil ki...
Ruhum esasında.
Hiç doymayan ruhum.
Yıllarca paralı ilan sayfalarda boy gösteren ben, şimdilerde bedavalardayım.
Parlak neon ışıkları yanmasa da tepemde, en azından göz önündeydim.
Onlara tok karnım şimdilerde. O zamanlarda da tokmuş aslında.
Ama ya ruhum?
Ya gönlüm?
Yok işte yok.
Doymuyor, hep boynu bükük.
...
Bu aralar,
Sevdalara ara verdim, aşklara ise kapattım kapıları tümden.
Yalnız adamı oynamaya başladım.
Etrafımda dolanan salyası düşüklere sırtımı döndüm.
Kendimce karar aldım; kırgınlıkları, başarısızlıkları bir başıma göğüsleyeceğim diye.
Karar aldım; hüznümle halvet,
Denizlerde yedi havaya tutulmuş balıkçı teknesi olmaya.
...
Ne olur dokunmayın bana artık.
Örselemeyin.
Ben düştüm...
Sakın ha kaldırmayın,
Sakın.
Geçtim, pahalı gazetelerin orta sayfasındaki bilmem kaç yüzbin yetelelik ilanlardan.
Bir bulvar gazetesinin, hatta tüketici gazetesinin bedava ilanlarında olmak bana yetiyor.
Ne olur dokunmayın...

gölge etmeyin... istirham ederim...

e.
2006

4 Şubat 2009 Çarşamba

Sen bir ezber bozansın.
Tüm düşünceleri, tüm duyguları yerinden oynatansın.
Kalbi yerinden edip, yerine sevdayı yerleştirensin.
Sevdayı yerleştirip sonra da kaçansın.
Kaçıp da yakalanmayansın.
Gönlü önce parçalayıp sonra da birleştirensin.
Birleştirip, sırra kadem basansın.
Kâh güldüren kâh ağlatansın.
Güldürürken ağlatıp, ağlatırken yine ağlatansın.

Orman kadar kalabalık, ağaç kadar yalnızsın.
Kiraz kadar kırmızı, elma kadar sertsin.
Yel kadar sakin, fırtına kadar delisin.
Su gibi duru, yağmur kadar safsın.
Deniz kadar özgür, ada kadar mahkûmsun.
Dünya kadar yalan, ahret kadar gerçeksin.
Şiir kadar kısa, roman kadar uzunsun.
Düş kadar tatlı, kâbus kadar acısın.
Sürgün kadar ağır, kavuşmak kadar hafifsin.
Altın kadar sarı, bakır kadar karasın.
Anı kadar geçmiş, yarın kadar geleceksin.
Gelin kadar beyaz, ihanet kadar karasın.
Kedi kadar nankör, köpek kadar sadıksın.
Bayram kadar şen, matem kadar suskunsun.
Saray kadar ihtişamlı, baraka kadar hüzünlüsün.
Gece kadar sessiz, gün kadar karışıksın.
Mum kadar zayıf, güneş kadar güçlüsün.
Kalem kadar ince, çizgi kadar kararlısın.
Aile kadar kutsal, çocuk kadar meleksin.
Baba gibi çınar, mangal kadar yüreklisin.
Ana kadar yâr, yâr kadar anasın…

Sen…
İçimde büyüttüğüm sevgimin eserisin.
Sen…
Aşk kadar ani, sevgi kadar sonsuzsun.
Sen…
Sen, ezber bozan bir kadınsın.


oyun bozan olmaktansa ezber bozan olmak en iyisi…

e.
2007 kış