26 Mart 2009 Perşembe

Bir varmış bir yokmuş…
Masallar hep böyle başlarmış.
Varsın benim masalımda böyle başlasın.
Masalımızın kahramanı, bir yer, yani bir “kara parçası” ymış.
Bu kara parçasının dört bir yanı denizmiş.
Bu denizin suları alabildiğince serin, poyrazı alabildiğince deli, lodosu bir o kadar serseriymiş.
Bu deliler ve serseriler bir olup insanı keyiften kendinden geçirirlermiş.
Mitolojik zamanlarda bu kara parçasına ölümsüzlük adası denirmiş.
Zira tüm Tanrıların evi buradaymış.
Burada yaşayanlar öyle uzun yaşarlarmış ki neredeyse hiç ölmezlermiş.
Gel zaman git zaman buranın havası daha bir güzelleşmiş, misleşmiş.
Havayı içine çektiğinde ciğerlerin bayram edermiş…
Yenilen ve içilen besinler doğalmış.
Yani, şimdi taptığımız büyük şehirlerdeki gibi ilaçlı ve lezzet yoksunu değillermiş…
Topraklarında yetişen kekik her köşe başında karşına çıkar ve ‘beni al’ diye haykırırmış.
Kekiği eline alanlar avuçlarında ovalar ve o muhteşem kokuyu burunlarına çekerlermiş.
Yine her köşe başındaki rezeneler kekiği hiç yalnız bırakmazlarmış…
Etraf bağ ve zeytinlik doluymuş.
Burada yetişen zeytinler ve üzümler dünyanın en güzel meyveleriymiş.
Bunların işlenmesiyle ortaya çıkan zeytinyağları ve şaraplar da yine dünyada sayılı güzellikler arasındaymış…
Hele hele iğde ağaçlarının yaydığı gizemli ve aromatik kokuya, etrafta mevsim gereği çiftleşmeye çalışan saka kuşlarının ötüşleri ayrı bir renk katarmış… Bunlara florya ve ispinozlar öyle eşlik ederlermiş ki tadına doyum olmazmış.
Bu kara parçasının dar mahalle sokaklarını dolaşırken barınmak için yapılan tek katlı evlerin duvarlarının epey kalın olduğunu görürmüşsün.
E, normal tabi, bu poyraza nasıl dayansınlar o yüzden kuvvetli olmalıymış yapılar.
Günün birinde “deli poyraz” kafasını bir bozmuş ve şanına yakışır şekilde öyle esmiş ki bu kara parçasındaki zeytin ağaçlarının tamamına yakının dallarını kırmış, yapraklarını yakmış, hatta estiği yöne doğru yatırmış ve öylece kalmalarını sağlamış.
Mendirekte bulunan liman fenerini bile yerle bir etmiş, hiç acımadan onun estetik görünüşüne aldırmadan.
O da üzülmüş bu yaptığına ama çaresiz delirmiş bir kere.
Şimdilerde esmiyor, kendini affettirmek istercesine.
Zeytincikler ne yapsın, boyunları bükük bu kabadayının yaptıklarını affetmişler çaresiz…
Buranın insanları da tıpkı iklimi gibiymiş.
Bazen deli, kendini bozmayan, ama her zaman yakın ve neşeli.
Kimler gelmiş de gidememişler bir türlü.
Nasıl geçsinler böyle melankoli kokan “kara parçası” ndan.
Bırakamazlarmış bu güzelliği…
Balıkçıları çokmuş bu yerin.
Tekneleri ve ağları en büyük ekmek kapısıymış.
Deniz de öyle cömertmiş ki, balıkçılara her şeyini sunmaktan geri kalmazmış.
Bu da en güzel arsızlığıymış doğanın…
Deniz, balık, balıkçı, poyraz, lodos, kuşlar, zeytin ağaçları ve bağlar olur da meyhaneleri olmaz mı bu yerin?
Elbette olacak, hem de en salaş tarafından.
Harika mezelere rakı ve tabii ki şarap eşlik edermiş.
Hatta istersen geçermişsin mutfağa sen hazırlarmışsın balığı ve mezeleri.
O kadar evin olurmuş orası.
Sonrasında bu güzelliği içkilerini yudumlayıp, yapılan yemekleri yiyerek doyasıya yaşarmış dostlar.
Kimi zaman karşılıklı iki dost kimi zaman masaların sığmadığı arkadaşların katıldığı içkili meyhane sohbetleri yapılırmış.
Buradaki neşe ve hüzün hiçbir zaman hiçbir yerde bulunmazmış.
Bir başka olurmuş gülüşler ve gözlerden akan yaşlar.
İnsan kendini daha iyi tanır ve dinlermiş.
İnsanın doğasındaki yalnızlık ve aşkları daha bir kabarır en doğal haline bürünürmüş bu yerde.
Her türlü öldürücü sıkıntı ve düşüncelerden o kadar uzaklaşılırmış ki, sanki yeni doğmuş gibi hissedermişsin kendini.
Tertemiz, günahsız.
Kadehler her seferinde salığa kalkar, kaçıncı şişe ve dublede olunduğu unutulurmuş.
Zaten sayamazlarmış ki kopmuşlardır bir kere.
Alkol kendini tamamen kanıtladığında yani herkesi kollarına aldığında, kimi zembereği kopmuşçasına güler kimi çenesi düşmüşçesine konuşurmuş.
Bazısı ise bahar gelmiş de tüy dökümüne başlayıp ötüşü kesilen kanarya misali sesi soluğu çıkmazmış.
Her ne kadar alkolün raksı olsa da bu yansımalar, gerçek sarhoşluk bu yerin havası, suyu ve geçmiş kültürün kalıntılarındaymış.
Aşık olmakla ve sevdalanmak aynı anlama gelmezmiş buralarda.
Zira aşk limanı çok sever ve demirler, ayrıldığında bir daha uğramazmış.
Oysa sevdalanmak çok başkaymış.
Sevdalanmak, limana geldiğinde demirlemek ve bir daha o demiri kaldıramamakmış.

Kıssadan hisse
Bu yer her şeyiyle ama her şeyiyle cennetin sadece özlenen bir yer olmadığını, yeryüzünde de var olabileceğinin kanıtıymış.

Ooo! Gece bayağı ilerlemiş.
Elimde yarı yazan yarı yazmayan tükenmez kalem, önümde derme çatma karalama kağıtları, bir an çocukluğumu özledim sanki.
Masal yazmak istedi gönlüm.
Penceremden poyrazın deli sesini duyuyorum.
Ne güzel.
‘Beni de yaz’ diyor o kağıtlara.
Yazmam mı seni be deli poyraz.
Yazdım.
Hem de en delişmen şeklinle...

poyrazı bol olanlara...

e.
2009 baharla karışık kış

24 Mart 2009 Salı

Hatırı sayılır şaraphanelerin birindeyim…
Etraf fiyakalı; kutu gibi, ufağa yakın bir mekan, hafif loş, Latin müziklerinin nağmeleri kulağa eğlenceli geliyor.
Sandalye ve masalar şimdilerin moda deyişiyle ‘eskitilmiş mobilya’ tipinde.
Ufak ama rahat.
Hemen üstünde mönü kartonu var.
Kül tabağı bile modernizasyona ayak uydurmuş, sanki çerez tabağı.
Masaya oturur oturmaz, yuvarlak ve küçük bir kabın içinde mum yakıyor garson.
Esasen hiç sevmem bu tip yerlerde mum yakılmasını, lüks ve gereksiz.
Gel de bunu kadınların bir çoğuna anlat...
İçeride fazla ses yok, gelenler de kendini bilen tipte insanlar.
Amaç, hoş sohbet etmek, günün yorgunluğunu atmak.
Hoş görünüyor göze…
Köşe masada bir genç kız hemen göze takılıveriyor.
Makyajı yok, ağlamaklı yüzüne bir sıkıntı yerleşmiş, gözlerine dikkatli bakılınca buğulu olduğu hemen anlaşılıyor.
Narin bir vücut yapısı var; el bilekleri ince, parmakları da ona bağlı olarak kalem misali incecik, ama yakışmış endamına.
Kot pantolon giymiş, kolları gibi ince olan bacaklarını sarmış koyu renkli pantolon.
Ayakkabıları spor.
Her halinden belli, buranın insanı değil, efkârı dağıtacak bir yer arıyordu, gözüne ilk burası çarptı ve daldı içeri, kesin…
“Bir bira” dedi genç kız, “En büyüğünden, ‘Arjantin’ “.
Geliyor birası, o incecik parmakları kavrıyor kulbunu koca bardağın.
Biraz zorlansa da ağzına götürebiliyor bardağı.
Kalemle çizilmiş o incecik dudakları aralanıyor.
Susamış mı ne? Öyle iştahlı çekiyor ki birayı, sanki içindeki yangın epey yayılmış da kontrol altına almaya çalışıyor gibi.
Oysa o yangın her neyse böyle kolayca kontrol altına alınabilir mi ki?
Öyle acımasız yayılırlar ki, durduramazsın ve kül olursun çok kereler.
Birden, gözlerindeki buğuluk yerini gözyaşlarına bırakıveriyor.
Elini alnına koyuyor ve diğer eliyle kül tabağında duran sigarasından kocaman bir nefes çekiyor. Ama o izmarit hiç mi hiç yakışmıyor eline.
Zaten hangi kadının eline yakışıyor ki?
Oldum olası yakıştıramam şu lanet şeyi kadınların eline.
Nazik kadınların ne nefesleri, ne de üstü başı kokmamalı bu pis kokuyla.
Doğal kokuları kokmalı, erkeğin aklını başından alan…

Ağlaması hâlâ devam etmekte.
İçim daralıyor.
Vücudunun her bir santiminden elem fışkıran bu kadın nasıl da gözyaşı döküyor.
Konuşmaya ihtiyacı var mı bilinmez ancak benim kalkma saatim geliyor.
Kalkıyor ve usulca bu narin kadının masasının yanından geçiyorum.
Geçerken de gözüm kül tabağına takılıyor, koca bir paketin bittiğini anlıyorum o başıboş izmaritleri gördüğümde.
Bilmem kaçıncı “Arjantin” i duruyor önünde.
Gözleri tek noktada, göğsü nefes almakta zorlanıyor gibi bir iniyor, bir kalkıyor.
Kendi kendine kalmış…
Şaraphanenin kapısını gözüm arkada kalarak açıyor ve çıkıyorum.
Daha ilk adımımda aklım ve yüreğim; o da hayatı fazla ciddiye alanlardan, diye iç geçiriyor.
Fazla ciddiye alanlardan…

hayat basit be!…
doğarsın…
yaşarsın
ve
ölürsün…

e
2009 kış

23 Mart 2009 Pazartesi

Sabahları otobüs durağında bir kız görürüm.
Saçları uzunca ve sarıya çalar gibi,
Yüzü beyaz değil, kara da değil,
Ortası bir şey.
Gözlerinin rengi muamma,
Ne mavi, ne yeşil, ne de ela,
Tuhaf bir renk;
Ama canlı mı canlı,
Kimi insanın gözleri parlaktır,
Işıl ışıldır
Ve
Alabildiğine güler o gözler,
Sımsıcaktır.
Öyle bu kızın gözleri.
Bu güzel yüz boyalı değil,
Doğal haliyle hep.
Endamlı, cins bir atın duruşunu andırıyor duruşu,
Bir ayağı önde, diğeri birkaç santim geride ve hafif bükülü.
Üzerinde paltoya benzer, kareli ve kalınca bir kaban,
Küçük, siyah ve üzerinde çiçek deseni olan çantası da sol omzunda durur,
Bütünler o asil duruşu…
Her sabah o da otobüs bekler.
Tıpkı benim gibi.
Sabah onu arar gözüm.
Durağa geldiğimde, oradaysa sevinirim,
Eğer yoksa,
Anlarım ki gecikmişim,
Onun otobüsü gelmiş ve o gitmiş,
Diğer sabaha kadar durak yine boş
Ve
Issız…

e.
2009 kış

19 Mart 2009 Perşembe

İhtimal ve tesellilere sıkışıp kalmış sevdam.
Hangi yana savrulsa bir hüzün, bir çaresizlik.
Oysa bu sevda bunun için büyümedi gönülde.
Yaralanmak için, uykusuz geceler için beslenmedi geceli gündüzlü.
Çok sevileceği vardı yüreğe fısıldanan cümlelerde.
Sadece bana yazılacaktı aydınlık kaderi bu sevdanın.
Dünyada yaşanan aşkların en yücesini yaşatacaktı.
İki yüreğin bir olup da nasıl her zorluğa kafa tutulacağını ispatlayacaktı.
İki, üç, dört değil,Tek ihtimalliydi bu sevda.
Tesellilere yer yoktu.
Yüreğim herhangi bir omuz aramayacaktı içindeki ayrılık acısını bastırmak için.
Ayrılık sadece şarkıların notalarına saklanmış olacaktı çünkü.
Teselliler ne bir omuza, ne de bir şarkıya bağlı kalacaktı.
Benim tesellim sendin... Tek.
Unutulmaya yüz tutmuş sevdamın gerçek yüzü, sen.
Benim ihtimalim sendin... Tek.
Ancak İhtimallerin birden fazla olduğunu öğreten de sendin.
Yeni bir dünya kurmak üzere olan bir sevda vardı karşında oysa.
İçinde sadece senin varlığının olduğu.
Tüm gözlerin sen sen baktığı.
Tüm yüreklerin sen sen attığı.
Tüm kokuların bebekler gibi sen sen koktuğu.
Her köşe başında ben olduğum bir dünya.
Her döndüğün köşede ben olacaktım.
Çünkü bilirdim ki her köşe dönüşünde yüreğin ben ben atardı.
Bilirdim ki gözlerin ben ben bakardı.
Bilirdim ki o kokun hep, sen sen diye gelirdi bana.
İhtimali tekti bu sevdanın...
Böyle bir sevdaydı karşındaki...
Korkmadan, dikine yaşayan,
Kaçmadan, imkansızlığın üzerine giden,
Yalana dolana girmeden, gerçeklerle gerçeğe koşan.
Elma şekerini almış ve sevinçle yoluna gitmeye çalışan bir sevdaydı benimki.
Elma şekerinin riyasını, korkaklığını daha öğrenmemişti.
Sanmıştı ki o şeker sevdasına karşılık bir imzaydı.
Sonsuza kadar yaşanacak bir aşkın imzası.
Bilemezdi sevdam o elmanın zehirli olabileceğini.
Masal bilmezdi çünkü.
İnanmazdı da zaten.
Ne zaman ki bir ısırık aldı, işte o an anladı hayatın yalanını.
Masalların da bir gün gerçek olabileceğini.
Sevdanın her köşe başında olmadığını.
Her güzelliğin ardına sığınmadığını.
Her tatlı sözlere bağı olmadığını.
Aşkın aslında var olduğunu ancak yalanına saplandığını.
İhtimali tekti bu sevdanın...
Böyle bir sevdaydı karşındaki...
Gerçek saflık derecesinde.
Tüm iğrençlikler dışında, temeli sağlam.
Ömürden kopan bir parçaydı.
Alınan her nefesin aslında sevdasına ait olduğunu bilendi.
Ayrılık kapıyı çaldığında yüreğinin bir köşesinde umudu taşıyandı.
Habersiz geçen karanlık günlere kafa tutma mücadelesini kaybetmeyendi.
Ağladığında gerçek gözyaşı dökendi. Timsahlara bağlı kalmadan.
İhtimali tekti bu sevdanın...
Böyle bir sevdaydı karşındaki...
Deniz kıyılarında yaşıyordu seni.
Kıyıya çekilmiş kayıkların suskun süzülüşlerine inat fırtınaları barındırıyordu yüreğinde.
Sakin denize inat, metrelerce dalgaları barındırıyordu ruhunda.
Öylesine asi, öylesine avareydi.
Gün be gün, an be an tükenişine rağmen kıyıya vuran kesif iyot kokusuna inat baharın kokusunu yakalamaya çalışıyordu.
Her ne kadar ağaçlar yapraklarını dökse de, bu tükenişe inat tüm ağaçların yapraklarını yeşile boyuyor ve yerine asıyordu hayalinde.
Rüzgârın göğsüne göğsüne vurmasına inat, tüm hastalıkları bedenine davet ediyordu.
Öyle ya; çaresizliğe inat, seni senle yaşamaya devam etmek istiyordu.
İhtimali tekti bu sevdanın...
Böyle bir sevdaydı karşındaki...
Yer neresi olursa olsun, kim kiminle olursa olsun, günlerden hangi gün olursa olsun, mevsimlerden hangi mevsim olursa olsun, sağlık ne kadar biterse bitsin, aşklar ne kadar yalan olursa olsun.
Hep dimdik duracak olan bir sevda.
Umudunu koltuk altına almış ancak hiç bırakmayacak bir sevda.
Her beklenenin geleceği bir gün olduğunu unutmayan bir sevda.
Ancak bu sürgün günlerinde,
Tek ihtimalli olmayıp tesellilere sığınmış olsa da,
Şimdilik ya da sonsuza kadar;
Unutmanın da bir gerçek olduğunu bilen bir sevda karşındaki.
Onurlu...
Yalansız...
Ve
Ömürcesine...

amorti ihtimali bile olmayan bir aşkın tesellisi ne olabilir ki...?

e.
2006 sonbahar

18 Mart 2009 Çarşamba

Bir çift göz arıyorum.
Bayandan, temiz.
Sevdiğinden başkasına bakmayan, sadık.
Hafif buğulu; saf, yalansız, hilesiz.
Rüyalarında bile beni arayan bir çift göz arıyorum.
Bakışlarındaki ruhun yüreğinde de olmasını istiyorum.
Hüznünü, neşesini, coşkusunu sadece benim göreceğim bakışlar istiyorum.
Karanlık gecelerimi ilk önce laciverte sonra maviye daha sonra da güneşe kavuşturan bakışlar istiyorum.
...
Gökyüzü küssün sana, gözlerin rengini elinden aldığın için.
Bulutlar da bozuk çalsın, artık göğe meze olamayacağı için.
Bir deniz kıyısında beraberce yürürken, deniz çekilsin istiyorum fesadından gerisin geriye.
Balıklar sürülerinden ayrılıp yanımıza gelsin, denizin rengi ve büyüsünü senin bakışlarında bulmuşçasına.
Hatta Ege’nin gelini "lüfer" bile yolunu şaşırsın gelsin Marmara’nın suyuna, sırf senin bakışlarına tanık olmak, “gelin” nasıl olunurmuş görmek için.
Deniz anaları gözlerine hürmeten, seni deniz kızı olarak nüfuslarına geçirmek için yarışsınlar.
Yakamozlar gözlerinin rengine bürünsün. Sen sen parlasınlar.
Deniz yıldızı, nazar boncuğu olmak istercesine yüreğinin üzerine gelip yerleşsin.
Koca koca gemiler Boğazın o dar geçidinde hiç kaza yapmasınlar senin bakışlarının kılavuzluğunda.
İnsanlar bakamasın o gözlerine hasetlerinden.
Mesela;
Hamile bir kadın geçsin yanımızdan ve hemen karnına kavuştursun ellerini, bir senin gözlerine baksın bir de karnındaki bebeğini sevsin.
Bir âmâ, karşıdan karşıya geçmek için beklesin yaya geçidinde. Biz yanına geldiğimizde açılsın gözleri bir anda.
Bir sokak ressamı işsiz güçsüz iş beklerken bizi görsün.
Onlarca kâğıt harcasın o bakışlarını resmetmek uğruna.
Başaramasın ve toplasın şövalesini; paletini fırlatıp atsın denize, bıraksın sanatını.
Ve o gözler hiç ağlamasın, sakın. Dayanamam çünkü.
Ha bak! Gülmekten ağlayabilirsin.
...
Seni ilk tanıdığımda, ilk bakışmamızda geldi aklıma bütün bunlar.
Hepsini, evet bu düşüncelerimin hepsini saniyeler içinde düşünmüştüm o gün.
Oysa şimdi saatlerdir yazıyorum, resmetmeye çalışıyorum hafızamda kalan kırıntılar içinde seni.
Sislerle kör ebe oynuyorum, bir parça daha hatırlamak için hatıralara uşak oluyorum bu günlerde.
İlan verdim kendimce.
İnsanlar çift yaratılmıştır derler ya;
İşte bu yüzden, böyle gözler, böyle bakışlar arıyorum kendi kendime, kimselere zarar vermeden.
Zarar da ziyan da bana çünkü.
Zararın da ziyanın da başlangıcı gecelerle arkadaşlık etmek.
Çünkü; yalnızlık, hüzün, yorgunluk ve kırgınlıklar karabasana dönüşüyor gecelerde.
Uykunun masumiyeti bile yanımdan geçmiyor.
Rakının kapağı hiç kapanmıyor, sigara kül tablasına yapışık, pikap ise hep aynı şarkıyı çalıyor iğnesi kırılıncaya değin.
Bir tango...

“Sensiz kaldığım geceler,
hasretin bağrımı deler,
neler çekerim ah neler,
sen benden ayrısın niçin,
kendini sevdirmek için,
yaktın beni için için...”


Sonra gün ağarmaya çalışıyor, duman ve alkolün pespaye kokuları içinde.
Tükenmeye yüz tutmuş umutla uyanıyorum, ilana başvuran olacak mı? diyerek.
Ancak hüsran yığını daha da artıyor yüreğimde her sabah.
Tükenmeye yüz tutan umudumdan bir parça da;
"belki kapım çalınır da ilana sen başvurursun" a ayırıyorum.
Beyhude çırpınış, boş umut olduğunu bile bile ayırıyorum işte.
Hani, kapımı gerçekten çalsan, karşımda dursan pişmanlığının bini bin parasıyla, çaresizliğin kahreden bitkinliğiyle...
İnan bana... Yılların kırgınlık ve yorgunluğuna, tükenmişliğime rağmen, o gözlerine bakmadan yapıştırırdım yumruğumu kapının girişindeki duvara.
O duvar, isyanımın hedef tahtasıydı yıllarca.
Kendimle giriştiğim sensizlik kavgasında kendimi korumalıydım, anlıyor musun?
Çünkü beni çok hırpalamıştı sensizlik.
Çünkü beni benden almıştı.
Çünkü yüreğimi korumak içindi bu isyan.
Çünkü geldiğinde sana verecek korunmuş yüreğim olmalıydı...
Sonra toparlardım kendimi, gözlerine bakardım, hâlâ beni istiyorlar mı diye?
En önemlisi hâlâ bana saklamışlar mı sevdasını diye?
Sen sen bakıyorlarsa eğer;
Hemen sarılır ve hiç bırakmazdım; kokunu iliklerime kadar çeker, öperdim yüzünün her milimetresini.
Bir daha gitme diye, yastığımın altına sırf senin için sakladığım ömrümü verirdim ömrüne.
Bir daha gitme diye...
Beni sensiz bırakma diye.
...
Ezan okunuyor, sabah ezanı.
Yine sabahı ettim, avare umutlarla.
Ne rakım kalmış ne de sigaram, plağın iğnesi yine kırılmış.
Bakalım bugün ilana kim cevap verecek?
Bakalım kim, yan yan değil,
Sen sen bakacak...

bir çift göz arıyorum...beni bana geri verecek...

e.
2006 kış

17 Mart 2009 Salı

Bahçede otlar büyümüş.
Sürüsüne bereket çiçekler de açmaya çalışmış bu hengâme içinde.
Hatta ayrık otları bile bitmiş diğer otların ve çiçeklerin çevresinde.
Sen derdin, hatırlar mısın?
“Güzel çiçeklerin çevresinde ayrık otları da olmalı, dayanabilmeli bu vahşi hayata, zorluklarla savaşabilmeli”
Seni duymuşçasına, sana itaat edercesine dediğini yapmışlar.

Çok uzun zaman oldu bu eve ve bahçeye adım atmayalı.
Tüm eşyalar senin zamanından kalma hâlâ.
Beyaz koltuk vardı ya, o aynen pencere yanında duruyor.
Hani yorgun argın geldiğimde, kendimi üzerine attığım ve senin gelip kucağıma kıvrıldığın beyaz koltuk.

Biraz ileride, koridordaki duvarın en mutena köşesine bana ithafen göz kaleminle yazmış olduğun şiir bile aynı tazeliğinde duruyor. Bir kez daha okuyorum uzun zamandan sonra.

Bir keresinde yağlı boya resim çalışması yapmıştın, elliye otuz ebatlardaki kâğıda.
Kırmızısı bol, mavisi karar, sarısı ise seyrek, çok hoş bir tablo ortaya çıkmıştı.
Umudu anlatıyor demiştin, yarınları.
Bana biraz karışık gelmişti,
Sen de; "Anlarsın bir gün" demiştin.
Ne kadar doğruymuş.
O zamanki yürek karmaşanı anlayamamışım.
Umudun aslında umutsuzluğa doğru hızla gittiğini, yarınların ise bu kadar acı vereceğini, anlayamamışım.
Ama bugün, yine karşısındayım ve elimle adeta parlatıyorum tabloyu.

Ha, bak, yukarı çıkan sekiz basamaklı merdivendeki iz bile duruyor.
Ne kadar da iyi hatırlıyorum o geceyi.
Mutlu bir gecenin ardından evimize geldiğimizde, yukarı çıkarken az kalsın düşüyordun ancak iyi ki yanındaydım ve seni hemen kucaklamıştım.
İşte tam o sırada ayakkabım basamağa çok sert gelmiş, küçük ama derin biz bırakmıştı.
Daha sonraki gün basamak için, "temizlemeyelim, nazarlık olsun" demiştin.

Sonra, kapıdan girince tam karşıda bulunan konsol da aynı yerinde, yalnız epeyce tozlanmış.
Ama bugün içim daha rahat sanki karşısında.
İkinci çekmecesine takılıyor gözüm bir an.
Gittiğin gün bir daha açmamaya yemin ettiğim ikinci çekmece.
Orada senle ben vardık.
İki yüreğin heyecanla, aşkla attığı günlerdeki senle ben.
Sürüsüne bereket fotoğraflar mı ararsın, karakalem karalamaların mı, her birinde beni anlatan aşk şiirlerin mi?...
Her şey orada saklı.
Etrafa biraz daha bakınayım, sonrasında tekrar gelirim ve bu kez cesaret eder açarım belki de.

Ah, ah... Bahçe kapısıyla pencerenin bulunduğu köşedeki abajur nasıl da boynu bükük bana bakıyor.
Gülümseyerek bakıyorum ona bu kez.
İkizdi onlar hatırlarsan, bir tane de tam karşısında banyo kapısının az ötesinde vardı.
Karşılıklı olmasını istemiştin, her yanda ışığın olması için, aydınlık için.
Çünkü o abajurların biri sen biri bendim ve ikimizin aydınlığı sarsın isterdin bu virane evi.
Sonra gittin...
Bir tanesini de yanında götürdün.
Hani senle ben dediğimde... Belki demiştin, soğuk bakışlarını yere indirerek.
Belki bir gün yine birleşirler....
İşte, o gün bu gündür bu abajur hep boynu bükük durur köşesinde, ikizine aç.

Evin girilesi en zor yerlerinden biri;
Yatak odamız.
Ruhlarımızın birleşip, tenlerimizin koklaştığı, kalplerimizin kavuştuğu odamız.
Senin sevdiğin çiçekli örtü hâlâ yatağın üzerinde ve hâlâ düzgün.
Yerde, Nuruosmaniyedeki bir halıcıda tesadüfen görüp beğendiğin Hereke kilimi.
Terliklerin hemen yatağın ayak ucunda, kilimin bir köşesinde.
Tavanda kırmızı loş ampul.
Parfümlerinden biri komodinin üzerinde.
Perdeler kapalı.
Gardırop da bir iki parça elbisen.
Kokun ise her bir yana yapışmış sanki, sari hastalık gibi hemen işliyor içime.
Gözlerimi kırpmaya korkuyorum odaya girdiğimden beri.
Sanki bir anlık kapanışında senin karşımdaki hayâlinle baş başa kalacağım ve örseleneceğim yine yeniden.
Ama bugün hayalini iliklerime kadar içime çekiyorum büyük bir huzurla.

Aslında bugün burada olmamın bir nedeni var, hem de hayli önemli bir neden.
Hatta çok mutlu bir neden...
Bu yüzdendir duvardaki şiirini rahat okumam.
Bu yüzdendir duvardaki tabloyu silip parlatmam.
Bu yüzdendir o gece merdiven basamağına bıraktığım izi iyi hatırlamam.
Bu yüzdendir ikinci çekmecenin karşısında bu kadar rahat durmam.
Bu yüzdendir abajura gülümseyerek bakmam.
Bu yüzdendir yatak odasında bu kadar uzun zaman kalıp hayalini içime, ta iliklerime kadar çekmem.
Ve
Bu yüzdendir bahçedeki ayrık otlarına dokunmamam.
Gerçekten de çiçeklerin güzelliğine zarar vermiyorlarmış.
Aksine, çiçeğin daha da güzelleşmesine ve hayata daha da sıkı bağlanmasına neden oluyormuş ayrık otları.
Anladım.
...
Bugün...
Bugün sen geliyorsun bu eve.
Evimize.
İşte bu yüzden bu denli rahat ve kararlı dolaştım evimizi.
Bu yüzden böyle umut ve neş'e doluyum.
Mutluyum.

Hadi bakalım daha yapılacak daha çok iş var.
Peki ya ikinci çekmece...?
Onu da sen gelince açarız...

beklemek ne acı... özlemek ne fena... ama ya gelmen… ne âlâ...

e.
2007 yaz

16 Mart 2009 Pazartesi

Çetin geçen kışın ardından gelen bahar öylesine bir nefes veriyor ki kalplere,
Tarifsiz.
Hemen ardından gelen yaz öylesine hazıra konuyor ki gönüllerde,
Anlatılmaz.
Böyle zamanlarda kalbimin delice çarptığı aklıma gelmez hiç.
Senin hayalini kurmayı ise hiç düşünmem.
Misal;
Gözlerinin karasını,
Teninin kokusunu,
Ellerindeki pamuğu,
Saçlarının dansını,
Düşünmem.
Seninle olacağım günlerin hesabını tutmam.
Seninle olacağım günlere kadar geçen zamanın çetelesini de tutmam.
Kapının önünden geçerken kaldırıp başımı bakmam pencerene.
Kapının önüne gelmek için öte mahalleden geçerken bile bakmam mahalle tabelasına.
Küçük bir kasabada yiyeceğimiz balığın ızgara mı yoksa tava mı olduğunu,
Rakımın sek mi yoksa sulu mu olduğunu,
Senin içeceğin şarabın renginin kırmızılarda mı yoksa beyazlarda mı dolaştığını,
Masa altında ayaklarımıza dolaşan kedilerin tekir mi yoksa sarman mı olduğunu,
Ağacın birinde daha dut yemediği belli olan bülbüllerin serenatlarındaki davetkâr naifliği,
Hemen yanı başımızdaki denizin o gün köpüklerini saçıp saçmadığını,
Rüzgârın deli deli estirip estirmediğini,
Akşam olduğunda gökteki yıldızların kaç tane olduğunu ve kaçının kayıp, yitip gittiğini,
Yemek sonrası kıyı boyunca bıkıp usanmadan, çıplak ayaklarımızın donmasına aldırmadan uzun yürüyüşleri,
Bu yürüyüşler sırasında biraz çekingen, biraz dayanamayarak, biraz da güven duyarak başını göğsüme yaslamanı,
Benim, o siyah saçlarını doymadan koklayacağımı,
Soluklanmak için kıyıda bir kayanın yamacına yanaştığımızda üşüyen ellerini ellerim arasına alıp ısıtacağımı,
Isıtırken de siyah gözlerine hiç olmadığım kadar yakın olup gözlerimi gözlerinden alamayacağımı,
Küçük çantamızda yolluk niyetine aldığımız biralarımızı açıp gecenin daha yeni başladığını haykıracağımızı,
Denizin genizleri paralayan iyot kokusunun senin kokunla nasıl da inat edercesine yarıştığını hissettiğimi,
Mutluluk denilen şeyin bu denli yakınımda olup omzuma dokunduğunu,
Gözlerimi gözlerinden bir an olsun ödünç alarak kapatıp sadece senin nefesini dinleyeceğimi,
Gecenin karasına inat beyazlıklarıyla gökte dans eden martıların kanat çırpışlarını duyup mutluluğumun katlanacağını,
Senin biraz daha üşüyüp göğsümün ta içine kadar sokulacağını,
Benim de seni ta içime sokup sarıp sarmalayacağımı,
Bu kez gözlerini kapatma sırasının sende olduğunu ve senin mutluluk gemisine bindiğini göreceğimi,
Gecenin bilmem hangi saatinde içtiğimiz bir biranın başımızı döndürdüğünü,
Birbirimize tutunarak yine kıyı boyunca kahkahalar eşliğinde yürümeye çalışacağımızı,
Kıyı bitip tam kasabanın orta yerine geldiğimizde insanların bize gülümseyen gözlerle bakmasından utanacağımızı ama bunu çaktırmayacağımızı,
Ancak dayanamayıp yine birbirimize sarılıp kırık dökük pansiyonumuzun yolunu tutacağımızı,
İçeri kendimizi dar atıp günün ve onun en has parçası olan gecenin kısa muhasebesini yapacağımızı,
Hatta bu muhasebenin tüm başlıklarının bizim sevgimiz olacağını,
Yorgunluğun tüm bedenimizi sardığını neden sonra fark edip birbirimize daha çok sarılıp aynı yastığa baş koyacağımızı,
Uyumanın mümkün olmayacağını akabinde tekrar gözlerimizin birleşeceğini ve sonrasında da sevişmelerin en güzelini yaşayacağımızı,
Gece sabaha teslim olurken yaşadığımız bu tatlı yorgunluğun bizi uykuya davet edeceğini,
Sabah güneşinin bize yeni ve daha güzel bir günün müjdesini vereceğini,
Ve
Senden asla ve asla vazgeçmeyeceğimi,
Asla ve asla,
Düşünmeyeceğim.
Çünkü
Sen benim düşlerimde, düşüncelerimde değil,
Ta içimdesin,
Düşünmek ne,
Düşlemek ne ki…

canımın ta içindesin sen…

e.
2008 yaz

14 Mart 2009 Cumartesi

Kimi zaman hayal kırıklıklarıyla kalırım baş başa.
Acıtır yüreğimi bu birliktelik.
Sanki çıplak ayakla cam kırıkları üzerinde yürümeye çalışır gibi hissederim kendimi.
Her bir adım, kenarda köşede ne kadar acı varsa, hepsini ortaya çıkarır.
Hepsine varım da…
Sıra senin acına geldiğinde tıkanıp kalırım.
Ne ileri, ne geri hareket eder hayal kırıklıklarım.
Oysa seni hoş bir hüzünle anmak isterim hep.
Yani, içimi hem ağlatan, hem de güldüren bir hüzünle.
Olmuyor ama…
Acı tüm keskinliğiyle duruyor karşımda,
Belli ki çözümü olmayacak bu acının.
Ta ki sen gelip kırıkları toparlayana dek…

e.
2008 yaz

13 Mart 2009 Cuma

Biz beraber olamazdık.
Kalplerimiz,
rüyalarımız,
özlemlerimiz bir olsa da;
Olamazdık…
Çünkü biz sisli geceleriz.
Güneşi unutan gökyüzüyüz,
sonbaharın sert rüzgârıyız,
kumdan kaleler yapan hayalleriz biz.
Bir Aktar’ın tozlu rafında kabuk tarçınız,
belki de köşeye atılmış toz zencefiliz.
Bahçede salım salım salınan,
ıhlamur ağacının dalı değiliz.
Kokusuzuz biz.
Sokak kedisiyiz;
Oradan oraya koşuşturan bir sarman
ya da yerinde pinekleyen tekiriz.

Tüm sevgileriz biz,
dünyada bilmem kaç çeşit sevgi varsa…
Tüm ayrılıkların başıyız,
dünyada bilmem kaç çeşit ayrılık varsa…
Akşam ile gece kadar dost,
sabah ile öğle kadar arkadaşız.
Araf’ta değiliz,
ruh ve ten kadar uhreviyiz.

Biz beraber olamazdık.
Biz aşkın tarifiydik çünkü;
Sonsuza değin beraber,
sonsuza değin yek ruh.
Lakin
Sonsuza değin çözümsüz
Ve
Sonsuza değin paramparça…

e.
2009 kış

12 Mart 2009 Perşembe

Ben babamı Tanrı’ya benzetirim
Beni dünyaya getirmeye vesile oldu
Yedirdi, içirdi
Dolayısıyla büyüttü de
Sonra gülümsedi
“Kendi bacakların üzerinde durma vakti geldi”
Kısacası
“Haydi, sıra sende” dedi
Ben aramasam, aramadı
Ben sormasam, sormadı halimi
Kısacası
Beni benimle bıraktı
Kurtlar sofrasında, kurtlarla boğuşmak üzere
Kendi işleriyle meşgul oldu alenen
Kim bilir belki gerçek, belki yalandı bu meşguliyetleri
Ama haklıydı
Adam olacaksan böyle olacaksın
Tıpkı Tanrı’nın kulundan istediği
Ve onu onunla bıraktığı gibi
Kısacası
Adamakıllı…

e.
2009 kış

11 Mart 2009 Çarşamba

Bir papatya
Bir ortanca
Biraz ıtır
Fesleğen ise olmazsa olmaz
Hele sarmaşık gül
Kekik ise lafın nihayeti
Hepsi ayrı yerlerde
Ama gözlerin…
Ah! O gözlerin
İşte, onu nerelere koyayım?...

e.
2008 yaz

10 Mart 2009 Salı

Her zamanki dost masada.
Her zamanki özlem kalbimde.
Biraz tuzlu balık,
Biraz yoğurt,
Pikabımda "Oblivion"
Astor Piazzolla’ya selam ola…
Akşam akşam kendime dalga sesleri icat ediyor,
Kulaklarım ve gönlüme kıyak çekiyorum.
Ulan, şu özlemim bir gerçek olsa,
Sahiden Ada’da ufak bir kulübem olsa;
Biraz iyot,
Biraz köpük,
Biraz hüzün
Ve
Çokça neş’e…
Şu an masada biten rakıya,
Cebimde tükenen paraya inat,
Ne güzel olurdu be,
Ne kıyak olurdu…

züğürt tesellisi…

e.
2009 kış

9 Mart 2009 Pazartesi

Özlem desem ne anlarsın?
Hemen sözlüğe mi sarılırsın?
Veya kulaktan dolma bir iki arabesk cümle mi kurarsın?
Ya da gençlik yıllarından kalma basmakalıp bir iki kelime edersin belki de...
Belki “hasret” der, kestirip atarsın.
Aklına gelmez değil mi yüreğine danışmak?
Diyelim ki danıştın;
Ama öyle dostlar alışverişte görsün misali değil,
İyice kulak kabartarak,
Yani yürekten gelen bu sesleri iyice sindirerek,
Her söylediğini kafanda binbir şekle sokarak.
Mesela;
Ölümden beter diye fısıldıyorsa yüreğin,
Gülüp geçeceğin ya da umursamamak yerine ölümün ne derece çaresiz kaldığını,
Hatta çaresizliğin bile ne kadar hafif kaldığını düşünmeye çalışmalısın.
Böylece çaresizliğin tarifini yeniden yazmanın zamanının geldiğini de idrak etmeye başlamalısın ufaktan...
Özlem böyle bir şey sanma sakın.
Bu sadece derse ilk giriş,
Yani alfabenin başlangıcı…
Eğer bana soracak olursan,
Tek cevapta ne olduğunu anlatırım sana özlemin.
Nasıl böyle ahkâm kestiğimi soracak olursan da...
Boş ver.
Lafın kısası;
İlgini çektiyse bu ders,
Seve seve, bu dersi sana verebilirim.
Örnekleriyle,
Kendimden…

e.
2008 yaz

7 Mart 2009 Cumartesi

Pencereden içeri dolan soğuk,
üşütmüyor bu gece.
Ne yıldızlar, ne de karanlık;
dinmiyor içimdeki sesler.
Fısıldıyorlar el aleme beni…
Boğuk boğuk…

e.
2008 bahar

5 Mart 2009 Perşembe

Utanırsın bazen...
Anadan, babadan, yârdan.
Utanırsın;
Bedeninden, ruhundan,
sevmekten, sevilmekten.
Nefes almaktan, yemekten, içmekten,
utanırsın…
Bazen de denizden utanırsın,
köpüğünden, balığından, özgürlüğünden…
En kötüsü de bu ya;
Özgürlüğünden utanırsın…

e.
2008 bahar

4 Mart 2009 Çarşamba

Sarmaşıkta arsızlık diz boyu
Sarmış duvarı boydan boya
Oysa sormuş mu duvara
Bedenini giydirirken doya doya
Arsız şey…

e.
2008 kış

3 Mart 2009 Salı

Masada tek başınaydı.
Papatyalar masaya nasıl itinayla bırakıldıysa aynı şekilde duruyordu.
Gözleri ona takıldı. Nefes almıyordu sanki.
Kalkmak için ne kadar direndiyse de olmuyordu.
Takati yoktu…

Oysa o masaya oturmak için yola çıktığında her şey ne kadar da güzeldi.
Sokakta dolaşan bütün insanları tanıyordu adeta. Onlarla konuşmak içindekileri haykırmak istiyordu.
Bindiği otobüsler onundu. Şoförler ise en samimi arkadaşı.
Hele otobüs içindeki yolcular onun ailesinin bir ferdiydi sanki.
Yollar geçip gidiyordu. Tıpkı yılların hiçbir şeye aldırmadığı gibi.
Bu yollarda az zamanı geçmemişti. Hemen hemen hayatının büyük bir bölümünü tüketmişti.
“Yollarda bulunan ince kesik beyaz çizgiler kadar yaşım var” derdi tanıdıklarına.
Kamyonunu kullanmaktan etrafı pek görmezdi.
Ama şimdi başka. Kamyon kullanmıyordu artık.
Sıra etrafa bakmaya gelmişti.
Ne de olsa tekaüt olmuştu.
Yolun sonuna mı geliyordu ne? Her ne kadar yollar bitmeyip hayat bitse de.
Bir an yüzünü otobüsün penceresinden içeri doğru çevirdi.
Sanki düşünceler canını sıkmıştı.
Ölümden korkmuyordu. Sıkılıyordu bu hayattan.
Yalnızlıktan…
Canlı bir hayatı vardı.
Her ne kadar sürekli yollarda olsa da fırsat bulur sevdikleriyle beraber olurdu. Tekrar elini yılların verdiği yorgunluktan kırışmaya yüz tutmuş, sakallarının bembeyaz olduğu çenesine dayadı.
Hani derler hep, hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor, işte öyleydi hayatı.
Çocuklarının ya da ailenin diğer fertlerinden birinin doğum günlerinde sofralar kurulurdu. O sofrada yok yok olurdu bütçelerine göre. Ama en önemlisi tüm akrabaların yanlarında olmasıydı. Gecenin hiç bitmemesini isterlerdi ailece.
Yıldönümleri bir başkaydı, kısacası çok özel olurdu.
Hiç kaçırmazlardı güçleri el verdiğince. Herkes gönüllerince eğlenir o günü doyasıya yaşarlardı.
Gecenin bir vakti herkes evlerine uğurlandığında evin hali bir hayli dağınık olsa da geçirilen güzel ve özel bir gecenin ardından hiç de korkutmuyordu dağınıklık gözlerini. O yıllarda sular sürekli akmayıp, gecenin bir yarısı kalkıp kap-kacak suyla dolduruyor olsa da, bulaşık makineleri olmayıp, eller epirinceye kadar bulaşıklar yıkansa da, çamaşır makineleri merdaneli olup haftada bir kez o da hafta sonları açılıp, bellerdeki ağrılar o dağ gibi çamaşırları yıkamaktan bir hafta boyu geçmese de… Mutluluktu be beraber olmak.
Sonra hafta sonları aile büyüklerine gitmeleri onların evinde kalmaları.
Bahar geldiğinde aile fertlerinin bir araya gelmesi ve beraberce -o zaman bolca olan- mesire yerlerine gidilmesi. Tüm haftanın tatsızlıklarının ortadan kalkıvermesi…

Otobüsün lastiği bir tümsekten bayağı sert bir şekilde geçmişti. Bir an kendine geldi gözlerinden geçen film şeridine kısa bir mola vererek.
Şöyle bir kendine bakmak istedi.
O dinç vücut çoktan terk etmişti bedenini.
Nerede o bir doksanlık delikanlı.
Omuzları ne de genişti –eh, ne de olsa az yüzmemişti- Şimdilerde en fazla on metre açılabiliyordu maviliklere. Malum kalp. Hazırlıksız yakalamasın.
Beli ne kadar da inceydi, dal gibi. Oysa bu gün hafif de olsa göbek kendini iyiden iyiye göstermeye başlamıştı. Artık kemerin tokası ikinci deliğe denk geliyordu -e, bu kadar içmeye verirsen kendini olacağı bu olur tabii-
Simsiyah, sık ve yele gibi saçları az yakmamıştı genç kızların kalplerini. Şimdilerde ak saçlı dede olmuştu. Bayağı da seyrelmişti saçlar.
“Heyhat, ne günlerdi” dedi sessizce, çok küçük ama hüzün dolu bir tebessümü yorgun yüzüne yakıştırarak.
Saatini kontrol etti. Yollar bitmek mi bilmiyordu yoksa yanlış otobüse mi binmişti. Bindiyse de yapacak bir şey yoktu inip doğru olana binecekti elbet. Gözler de bir hayli bırakmıştı kendini. Uzağı görmek yavaştan imkansızlaşıyordu. Artık inadı bırakıp göz doktoruna gitmeli sıkı bir kontrolden geçmeli diye iç geçirdi.
Yola dikkatlice baktığında doğru araçta olduğunu anladı, sadece her zaman yaptığı gibi sabırsızlığının kurbanı oluyordu. Acaba göz doktorunu ertelese miydi?
Dans etmek gelmişti içinden.
Güzel dans ederdi. Yanındaki eşi hep aynı kişiydi. Zaten ten tutmadı mı dans da tutmazdı.
En güzel dans tangoydu onlar için. Bir başka aşk vardı o melodide ve figürlerde. İnsanın içindeki tüm fırtınaları tatlı bir melteme dönüştürür ve yapılan figürlerle onu bir kadifeye çevirirdi. Karşındaki kavalyene olan güvenin tam olduğunda zaten çoktan kendinden geçmiş beynin, belin ve ayakların kendi kendine müthiş bir uyumla seni bambaşka yerlere götürmüştür bile.
Herkes istinasız onları seyrederdi. Çok kereler yarım bırakırlardı danslarını, ne olur ne olmaz nazar değemesin derlerdi birbirlerinin kulağına eğilip muzipçe gülerek. Bu da onların kendi aralarında oynadıkları bir oyundu işte.
Bir an içi geçer gibi oldu.Tatlı rüya dedikleri bu olsa gerek. Biraz toparlandı, zira yanında oturan bir bayandı ve dağınık oturmayı hiç sevmezdi. Otobüslerde, dolmuşlarda kıçları küçük olsa da: “burası benim” der gibi bacaklarını açıp dağınık oturan insanlardan nefret ederdi. Onlara taşıt ayısı derdi. Şimdi kendi olmamalıydı.
Bunca güzelliğin yanında aklına tatsızlıklar da gelmişti.
Evde yapılan tartışmalar. Her ne kadar dozu çok yüksek olmasa da gerektiği gibi yüksek de oluyordu elbet.
Ama hiçbir zaman ne bir kapı çarpılırdı ne de ayrı yatılırdı.
Kimi zaman akrabalarla yaşanan tatsızlıklar, kimi zaman çoluk çocukla yaşanan olumsuzluklar. Hepsi bu yaşamın bir parçasıydı, en büyük tamamlayıcısıydı.
Kaşlarının bir an çatılı olduğunu hissetti.
Yanaklarında oluşan çizgiler daha bir keskin hal almaya başlamıştı. İnce kalın arası dudakları uzamış, çenesini dişlerini kırarcasına sıkmaya başlamıştı.
Kendine hayret etti bir an. Nasıl oldu da bu kadar sinirlenmişti.
Hiç bu yaştaki adama yakışıyor muydu?
Oysa tonton olmalıydı. Sinir ve hiddeti geride bırakmış olmalıydı. Zamanın ona daha olumlu getirileri olmalıydı. Kısacası yaşadığı süre içinde gelişmeliydi.
Bir an çakır gözleri parıldadı.
Yaklaşıyordu.
Yolda düşündükleri onu buraya kadar getirmişti işte.
Daha bir durak önce hemen kalkmıştı oturduğu yerden ve inmek için kimselere söylemeden özenle basmıştı otobüsün ‘inecek var’ düğmesine.
Otobüs durakta durdu ve indi.
Üstünü başını toparladı, toprak rengi takımının içindeki kravatı güzel duruyordu. Ayakkabıları da parlıyordu.
Elinde özenle tuttuğu papatyalara bir kez daha baktı.
Bahar yaza meydan okuyordu adeta. Hatta yazın bir gününü çalmıştı bile.
Güneş tepede, çimen kokuları burnunda ilerlemeye başladı hızlı adımlarla.
Yaşına göre hâlâ dinç atıyordu adımlarını.
Yüzünde inanılmaz bir huzur vardı. Neredeyse çocuklar gibi koşacaktı ağaçların bol olduğu çiçeklerin etrafa serpiştirildiği çay bahçesine.
Masaların eski Türk filmlerinden çıkmışçasına eski fakat temiz olduğu çay bahçesine gelmişti sonunda.
Arka tarafta denizin bir bölümünü gören bir yer vardı. Oradaki masa boştu. Hemen oraya gitti hızlıca. Orayı çok seviyordu, hatta seviyorlardı.
Oturdu hemen.

Masada tek başınaydı.
Papatyalar masaya nasıl itinayla bırakıldıysa aynı şekilde duruyordu.
Gözleri ona takıldı. Nefes almıyordu sanki.
Kalkmak için ne kadar direndiyse de olmuyordu.
Takati yoktu…
Garson sokuldu yanına. İki çay istedi usulca garsondan.
O adam gitmiş bambaşka bir adam gelmişti.
Yüzünün hiçbir kıvrımı oynamıyordu. Gözünü sadece karşısındaki sandalyeye dikmişti. Yüzü kireç gibiydi.
Çaylar gelmişti.
Elini ceketinin iç cebindeki sigara tabakasına götürdü, bir tane aldı içinden ve yaktı. Derin bir nefes çekti ayılmak istercesine.
Bir tane, bir tane daha…
Zaman geçmeye devam ediyordu.
Gelmeyecekti nasıl olsa. Ha bir saat, ha bir dakika.
Otobüste düşündükleri geldi aklına.
Aslında ne kadar dolu yaşamışlardı.
Her ne kadar yollar ayırmış olup yanında fazla kalamadıysa da;
Zevkten ayrı kalmamıştı ya, ekmek parası içindi bu ayrılıklar.

Takatini toplamalıydı artık. Gitme vakti gelmişti.
Her şeyin bir sonu olduğu gibi bunun da gelmişti.
Ne olursa olsun, canı kadar sevdiği gelmeyecekti.
Bugün yıldönümleri olduğu halde;
Gelemeyecekti.
Gözlerinden düşen birkaç damla yaşa engel olamadı.
Bu yaş:
Özlemine,
Sevgisine,
En önemlisi,
Bu çay bahçesinde karşısında karısının olamamasınaydı.
Papatyalar her zamanki gibi masada kaldı.
O kadar yakışıyorlardı ki masaya. Saf ve sevgi dolulardı çünkü.
Çay bahçesinden çıkarken son bir defa ardına baktı.
Elini salladı ve dudaklarından belli belirsiz kelimeler döküldü.
“Seneye görüşürüz sevgilim. Bu sefer el ele olacağız o masada. İnan...”

İki çay bardağı masadaydı ve hâlâ doluydu…

e.
2004

2 Mart 2009 Pazartesi

Sazlı, sözlü sade bir mekandayız.
Çalgılı, yemeli, içmeli orta halli bir yer.
Masalar epeyce dolu. İnsanlar derli toplu gibi.
Amaç katıksız eğlence.
Gece yavaş yavaş ilerlemelerde. Müziğin dozu biraz daha artmış durumda.
İnsanların gülüşmeleri kahkahaya dönüşmeye başlıyor.
Karşısında oturan kişiye müziğin sesini yenmek istercesine avazla bir şeyler anlatmak isteyenler mi dersiniz, yoksa daha gecenin ortası olmasına rağmen çoktan çakırkeyif sınırını aşıp da masanın bir kenarına çıkartma yapan mı.
Fakat bir çift var ki.
Hani, masaya oturdukları ilk dakikadan itibaren istiflerini bozmayan öylece eğlenceye kıyıdan tutunabilen nadir tipler vardır. İşte öyle bir çift.
Sanki birileri silah zoruyla ‘Gideceksin eğlenmeye’ demiş, bunların da başka çareleri olmayıp gelmişler gibi.
Böyle mekanlarda böyle tipler ister istemez başka masaların ilgisini çektiği gibi bir de canını sıkar.
‘Yahu bu kadar para bayılıyoruz buraya. İyi değil mi acep? Baksana hiç eğlenmiyor şu masa’ diyesi gelir insanın. Amma ve lakin diğer normal masaların eğlenmekte olduklarını görünce endişelerin yersiz olduğu anlaşılır ve eğlence tam gaz hatta daha fazla gazla devam eder.
Fakat her ne olursa olsun eğer bu tuhaf çift biraz yakınınızdaysa, konuşmalarına kulak misafiri olmak için o geceki eğlencenizden feragat edebilirsiniz.
Böyle tiplerden bir sürü vardır bu gibi yerlerde.
Tuhaf çift neden neşesiz ve sfenks gibi? Sorusuna cevap bulmak için bu kişilerin kulakları gece boyunca kocaman olur.
Bir yandan fasılın en can alıcı bölümleri darbuka ve gırnatanın eşliğinde macun kıvamını almışken, diğer yanda çanak halini almış koca bir kulak gecenin en renkli görüntüsünü vermektedir etrafa...

Acaba ne konuşuyorlar aralarında? Kibar birilerine benziyorlar. Çanaklar devrede. İşte erkek daldı lafa;

- Tabaktakileri neden yemiyorsun, beğenmedin mi yoksa?

- Hayır çok güzel de pek alışık değilim bu tip yiyeceklere.

Hayda! Nesi var ki, alt tarafı ara sıcak dediklerinden birkaç misket köfte, yanına onun imitasyonu patates köftesi birde paçanga dedikleri çıtır kıvamında börek. Bunun neresi değişik Allah aşkına. Ye be kızım. Neyse dur bakalım başka neler konuşuyorlar;

- Peki sen bilirsin. O zaman birazdan sıcak yemek gelir onlardan yersin.

- O da taze midir ki? Sonra bozmayalım mideyi?

- Yok canım nereden çıkarıyorsun. Buranın mezeleri ve yemekleri iyidir.

- Ooo, bakıyorum da çok iyi biliyorsunuz buraları beyefendi.

- Yok canım, hatırlasana beraber gelmiştik uzun bir süre önce.

- Tabi ki hatırlıyorum. Fakat arada bensiz de gelmişsin gibi geldi de.

- Gelmedim canım. Hem gelsem söylerim. Öyle değil mi?

- Bak bakkk, demek her an gelebilirsin.

- Pakizeee! Nereden çıkartıyorsun bunları?
- Bir yerden çıkarmıyorum. Kendin söylüyorsun.

- Pakize, buraya eğlenmeye, haftanın belki de ayın yorgunluğunu atmaya geldik. Gel istersen zehir etme de usulca keyfimize bakalım.

- Ne biçim konuşuyorsun Ali Atıf. Haddini aşıyorsun.

Eyvah eyvah ortam ısınıyor. Açın pencereleri. Dur bakalım iş nereye varacak;

- Bak güzelim, bak civcivim...

Ne civciv ne civciv. Yahu bu olsa olsa sarı arı be. İçini kemiriyor vız vız.

- Ali Atıf, senin hakaretlerini dinleyemem lütfen sus.

- Ya Pakize ne dedim ki?

- Daha ne olsun, kendince ağzımı kapatmamı ve eğlenmek istediğini söyledin.

- Ne dememi bekliyordun. Sakin olmanı ve gecenin tadını çıkarmanı söylemek istedim. Hepsi bu. Ama sen aldın konuyu ta hakaretlere kadar getirdin. İş mi yaptığın? Açtıracaksın şimdi ağzımı.

- Siz erkekler hep böylesiniz. İşiniz bittiğinde hemen gerçek kimliğinize dönüyorsunuz. Açsan ne olur?

Ne işi? Ne kimliği? Hayırdır. Bak merak ettim şimdi...

- Yani tüm hayatını çekilmez yapıyorum öyle mi? Ama yataktayken hiç de böyle konuşmuyorsun. Aksine incitmemek için her türlü kılığa giriyorsun.
İşin bitince de o canavar haline bürünüyorsun.

Haa tamam, mesele şu yatak muhabbetiymiş. Evet, dinlemedeyim,tamam;

- Pakize biraz daha yavaş lütfen. Yalnız değiliz.

- Ne olacak. Kim duyacak? Baksana zangır zangır çalıyor senin bayıldığın fasılcılar.

- Tabi çok güzel çalıyorlar! Ama sen izin vermiyorsun ki dinlememe.

- İşte işte bak. Birde sana bir şey söylemedim diyorsun. Al işte kendi ağzınla bir kez daha yakalandın.

- Ne yakaladın yine Pakize.

- Söyler misin bana Ali Atıf kaç aşifteyle geldin buraya.

- Ne!

- Duydun duydun. Kimlerle, hangi sürtüklerle geldin buralara?

Aman! İşler çatallaşmaya başladı. Bakalım kim kimin kafasında kıracak kadehleri...

- Bak Pakize, haddini aşmaya başladın dikkat et. Sinirlerim iyiden iyiye bozulmaya başladı.

- Aman aman, beyefendimiz sinirleniyormuş! Sen fasılını dinle de sakinleş!

- Ya sabır!

- İşin sabırlara kaldı değil mi? Tabi yıllar geçince sabır. Siz erkekler busunuz işte. Elde edinceye kadar. Sonra başkasının tabağındaki yemeğe göz dikersiniz.

- Ya ben kime göz diktim Allah aşkına!

-Bilmem artık. Yakalayamadım daha. Ama sen hiç merak etme mutlaka yakalayacağım bir gün. Hem de suçüstü yapacağım.

-Neyi yakalıyorsun Pakize?

- Seni. Kimi olacak? Hem şimdilerde zina da suç sayılacak. Oh! Bir güzel suçlu da olursun. Evlilik sırasında edindiğimiz mallar da benim olur. Kalırsın dımdızlak ortada. Aklın başına gelir belki o zaman. Yokkk, yok. Siz erkeklerin aklı yok ki gelsin!

Aman ne kadınmış be? Düşman başına desem, günah be, ona da günah.

- Pakize lütfen içmeyi bırak artık. Zira saçma ötesi konuşmaya başladın.

- Tabi doğrular serilince ortaya. Çok içtin!

- Bana bak kes artık! Kendi kırdığın cevizlerin faturasını bana ödetemezsin tamam mı?

Hah! Bir de kadının cevizleri çıktı. Haydi hayırlısı. Bakalım neymiş;

- Aaa! Ne demek istiyorsun sen?

- Çok iyi anladın. Bana taktığın boynuzlar bini aştı be! Kafamda saç kalmadı boynuzlar yüzünden!

Aaaaa! Bu ne ya...Kadına bak!

- Biraz daha sakin olur musun. İnsanlar bize bakıyor.

- Baksınlar baksınlar da senin rezilliğini öğrensinler. Hem sen demiyor muydun fasılcılar çalıyor bir şey duyulmaz diye.

- Ama ben senin gibi gelişigüzel konuşmadım.

- Nasıl konuşmadın. Deminden beri itin kıçına soktun beni be!

- Ali Atıf lütfen...

- Yok lütfen mütfen. Anlat bakalım. Beni nasıl aldattığını anlat. Haydi bekliyorum. Herkes duysun!

- Neler diyorsun? Sakin ol lütfen. Ben seni aldatmadım.

- Ben her şeyi biliyorum Pakize. Senin ağzından duymak istiyorum. Daha kötü şeyler olmadan anlat. Yoksa...

- Peki peki... Ama sen de hak etmiştin. Hep iş hep seyahat. Bir kere bile beni düşünmedin. Oralarda başkalarıyla olduğunu düşündüm.

- Böyle hasta bir düşünceyle git onunla bununla kırıştır yani doğru bir şey mi bu? Söyler misin? Bunca insan var sıkıntı içinde olan. Böyle şeylere baş vurmuyorlar. Ama sen kalk benimle bir kere olsun konuşmadan, bana inanmadan başkalarına git.

- Tamam hataydı biliyorum. Ama ne yapayım. İntikam almak istedim sadece.

- İntikam ha! Bana bak, şimdi sus hiçbir şey konuşma ve önüne gelen şeyleri ye. Ve bu gecenin tadına var. Zira bu son gecemiz olacak... Özellikle senin son gecen...

Hıh! Aman tanrım. İş tamamen boka sardı. Adam kadını öldürecek be!
Ne yapsam. Belki başka bir şey söylemek istedi de ben öyle anladım...Yok, yok kesin vuracak bu kadını. Baksana kadının ağzından da öğrendi boynuzlandığını. Görünüşüne bakılırsa bu kibarlılığın yanında bayağı asabi bu adam. Çeker vuru şerefsizim. Burada bile. Allahım ne yapmalı? Acaba çaktırmadan arkadaşlarıma mı anlatsam? İnanmazlar ki bana. Üstelik bir de sarhoş damgası yerim. Şef garsona söylesem, onlar da polise falan haber verseler. Böylece bir aile faciasını da önlemiş olurum. Bir aile kurtulur, fena mı olur?
En iyisi böyle yapmalı:

- Şefim bakar mısın?

- Buyurun efendim.

- Şey... Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum...

- Efendim biraz daha yüksek sesle konuşur musunuz. Müzik var da duyamıyorum.

- Elbette. Diyecektim ki...

- Ah! Affedersiniz şuradaki masaya bakmak gerekiyor. Bir dakika lütfen. Hemen geliyorum.

- Peki. Bekliyorum.

Söylemesem mi acaba. Sesler de kesildi. Dur bakayım;

- Seni ne kadar seviyorum Pakize bir bilsen.

Ha! Ne oluyor yahu!

- Bilirim Ali Atıfım. Çünkü benim sana karşı olan sonsuz sevgimi bildiğimden beni ne kadar çok sevdiğini anlayabiliyorum.

- Sensiz bir yaşam düşünemiyorum. Tanrı beni sensiz bırakmasın.

- Yok yok ilk önce beni alsın tanrı yanına Pakizem. Ben sensiz yaşayamam.

Haydaaa! Çok mu içtim yoksa başkaları mı geldi bu masaya. Ama olamaz isimler aynı. Neler oluyor ya!

- Özür dilerim diğer masaya gitmek zorundaydım. Buyurun efendim arzunuz.
Beyefendi…

-Ha…

-Az evvel beni çağırmıştınız yanınıza

-Ha , evet… Ben şu arkamdaki masa...Ama yok bir şey. Aslında var bir şey. Aslında aldatmak. Zina falan. Son gece demişti... Vuracak kadını...

- Anlayamıyorum efendim. İyi misiniz? Bir sorun yok ya?

- Hem var hem yok.

- ???

Bu sırada başka masadaki bir kulak olanları ta başından beri duymaktadır! Bu kulak, gecenin başından beri masadaki garip çifti ve onları dinlerken kulağı kocaman olan diğer masadaki şaşkın adamı dinlemektedir;

- Böyle olunca öyle keyifleniyorum ki Pakize. Anlatamam.

- Sorma Ali Atıf bende. İnsanlar hadlerini bilmeliler. Umarım bu ona iyi bir ders olmuştur. Bir daha eğlenceyi kendi masasında aramayı unutup sağ sola kulak kesilmez artık. Bu gece ne kadar eğlendim anlatamam. Tüm yorgunluğumu attım vallahi.
...

Hay Allah... Benimki de iş hani.
Eğlenceyi bir kenarı atıp tüm bu olanları dinliyorum.
Kim?
Ben mi dinliyorum?
Yok canım. Ne alakası var. Ben eğlenmeme bakıyorum.
Yoksa...Yoksa...
Tanrım kulağım.
Kulağım kocaman olmuş!

biraz edep ya hû...

e.
2004