8 Nisan 2009 Çarşamba

Ey sevgili…
Bensiz hava nasıl oralarda?
Gözlerin nasıl bakıyor?
Saçların nasıl savruluyor asi rüzgârda?
Peki ya kalbin?…
Başka adanmış aşkların varlığını da fısıldıyor mu kulağına?
Alçakça…

e.
2009 bahar

7 Nisan 2009 Salı

Seni içiyorum bu gece
Kâh filtresiz bir sigara
Kâh temiz bir bardak su
Kâh bir kadeh sek rakı…
Birinde dumansın
Birinde susamışlık
Diğerinde kedersin
İçiyorum işte…

e.
2009 bahar

6 Nisan 2009 Pazartesi

Hoşça kal demek istiyorum giderken.
Hoşça kal da kocaman bir umut vardır çünkü.
“Sen Hoş kal, ben geleceğim” dir aslında ardına gizlenen.
“Şöyle bir tur atıp geleceğim” dir.
Hayatın gülücüklerine ufak bir hüzün eklemektir, dudağın yarısına tebessümü saklayarak.
Bir kayboluş değildir Hoşça kal, aksine, beş dakika sonra geleceğimdir ya da beş saat sonra.
Gelirken de tüm umutları çuvalla getirmektir.
Nefes almanın biraz güçleştiği hissetmek ama hiç durmayacağını bilmektir.
Hoşça kal ağlamaktır koparcasına, sarılmaktır karşındakine.
Çünkü bilinir ki, geriye kesin dönüş vardır bir gün.
Aşk bitmemiştir yüreklerde, daha sıcacıktır.
O sıcaklık köz olsa da hiç bitmeyecektir.
Zira Hoşça kal denmiştir giderken.
Gözler birbirinden hiç ayrılmayacaktır, kalple işbirliği yaparcasına.
Başkalarına bakmayacaktır.
Ten kokusu hiç terk etmeyecektir bedeni.
Kalp, adını her duyuşta fırlayacaktır yerinden.
Çünkü Hoşça kal denmiştir giderken.
Dünyanın bir ucunda bile olunsa o hep seninledir, nefesi hep boynunda, umudu hep seninledir.
Bazen bir köşebaşında beklemektir, onun oradan sana koşacağını bilmektir.
Hoşça kal Nihavent makamıdır. Bahar kokar, umut kokar, aşk kokar.
Ağlarken güldürür.
Severken daha da sevdirir.
Yenilen yemeğin tadına varmaktır, tuz eklemektir bazen.
Tatlını şerbetini bol tutmaktır.
Limonataya fazladan iki limon daha sıkmaktır.
Hoşça kal kısa bir mola, küçük bir nazdır.
Ancak ne olursa olsun,
Sonu hep mutluluktur.
...
Elveda demek istemiyorum giderken.
Hüzün dolu ayrılıkları kemikleştiren bir kelimedir çünkü.
Sevdaları yürekten kopartıp atan ve yerinde yaralar bırakandır.
Çiçekleri soldurup, güneşi bile karartandır.
Tüm yaşanmışlıkları ortadan kaldırıp, hatıraların koynunda yıllandıran bir kelimedir, elveda.
Bakışların bakışlara kenetlendiği günlerin, saatlerin hatta saniyelerin bittiğidir.
Sevgi sözcüklerinin tükendiğidir, konuşamamaktır.
Özlemlerin himayesine girmek ve hiç çıkamamaktır elveda.
Kalbin yerinden çıkacakmış gibi atmasının sonudur.
Ömrünü adadığın her kimse ömrünle kaybolup gitmesidir, seni yalnızlığınla baş başa bırakıp.
Dokunuşların hissini kaybetmesidir, uyuşmaktır elveda.
Dünyanın sonudur, yaşarken ölmektir, anlamsızlıktır.
Tatlının acı, tuzlunun tuzsuz, suyun ise zehir olmasıdır.
Fotoğraflara son kez bakıp hepsini göz kırpmadan yakabilmektir.
Bazen kalbin izin vermese de “ah” etmektir elveda.
Bazense verdiğin ömre bir yenisini eklemek için Tanrıya dua etmektir.
Bir babanın biricik kızını gelin olarak görmesidir.
Bir çocuğun annesini veya babasını son yolculuğa uğurlamasıdır.
Başını geriye çevirmek ve beyaz mendil sallamaktır, gözlerde iki damla yaş ile birlikte.
Ya da ardına bakamamak ve gözlerinden damlaması gereken yaşları içine akıtıp hızla uzaklaşmaktır.
Bir an kendinle olan mücadeleni kaybedip yine ona koşmaktır, ancak uzakta kalmak ve sadece seyretmektir, görebilmektir onu.
Bahçende, saksında, fesleğen yetiştirmektir veya ıhlamur ağacı aramaktır çevrende.
Zira ikisinin de kokusu içlidir, arsızdır. Bir nefesin rüzgarı bile kokularını salmaları için bahanedir onlara.
Fesleğenin, ıhlamurun kokusunu içine çekerken, alkolle kısa bir arkadaşlık yapmaktır. Sarhoşlukla tanışmaktır.
Beraber yaşadığın günleri büyük bir iştahla saymak yerine artık tarihleri unutmaktır.
Hiç neşe barındırmaz içinde elveda.
Sıcaklıktan uzaktır, sevgi katilidir, sinsidir.
Bir onur mücadelesidir, kıyasıya.
Kısacası umudun bitmesi, ömrün kalan kısmını uzatma olarak görmektir elveda.
...
Bu yüzden, sırf bu yüzden Elveda demek istemiyorum sana.
Sadece Hoşça kal diyorum.
Hoşça kal...

dönmemek de var, o ayrı tabii...

(yeni düzenleme)

e.
2009 bahar

3 Nisan 2009 Cuma

Her gece pencerenin önünde bir süre durur, başını o sonsuz denen derinliğe, gökyüzüne çevirirdi.
Ne görürdü, sadece kendi bilirdi ama o gözlerindeki ifade inanılmaz olurdu, sanki büyüydü, sanki hayranlıktı, sanki biraz da özlemdi.
Bu ifade bazen dudaklarından sözcüklere dökülürdü. O sözcüklerde üzüntü vardı, feleğe isyan vardı…

Yine o gecelerden biriydi. Pencerenin önündeydi her zamanki gibi, tam başını göğe kaldırdı ki cep telefonunun mesaj sesiyle irkildi.
Hayırdır inşallah! Kim olabilirdi ki bu saatte? Çalmazdı geç vakitlerde, hoş çalsa da açmıyordu ki telefonunu.
Kaçıyordu her şeyden herkesten. E, o zaman niye açık bırakırdı ki telefonunu? Yine de iç geçirerek, yaşı ilerlemiş yorgun eliyle, komodinin üzerinde duran tozlanmış telefonu zor da olsa almayı başardı.
Kullanmayı fazla bilmese de el yordamıyla buluyordu. Yine öyle olacaktı.
Bastı ‘mönü’ tuşuna, ‘oku’ ya geldi ve yine bastı tuşa, ne yazıyordu?
Çok da ufak yazıyordu bu yazılar, hemen yakın gözlüğünü almalıydı. Artık katarakt ameliyatı olma zamanı gelmiş miydi ne, iyiden iyiye perde gelmeye başlamıştı gözlere.
Gözlükler işin içine girince olay netleşiverdi birden, mesajı okumaya başladı.
Arkadaşından geliyordu mesaj…
Gözleri parıldadı, tıpkı yıldızlarla olan dostluğu gibi.
Telefonu daha bir yaklaştırdı yüzüne, çok güzel görmeli ve tane tane okumalıydı, tek bir kelimeyi bile kaçırmamalıydı.
Sevgisini göndermişti can dostu ta uzaklardan.
Rahatsız etmemek için aramamış. Zaten arasa da cevap alamıyordu ki. Ama huyunu suyunu çok iyi bilirdi.
Eh, az beraberlikleri yoktu; birbirlerinin huylarını, duygularını, zaaflarını, güçlü yanlarını öyle iyi bilirlerdi ki.
Yaşlanmış olsalar da, birçok şeyleri unutmaya başlamış olsalar da dostlukları başkaydı.
Toprak yüzlerini ve bedenlerini örtene kadar unutamazlardı birbirlerini.
Şunun şurasında ne kadar insan birbirlerini karşılıksız seviyordu ki bu dünya var oldu olalı.
Gözlerindeki duygulu bakışlar yerini yaşlara bırakıyordu. Artık yaşlıydı, ağlasa da “yaşlandı dayanamıyor artık” derdi nasıl olsa çevredekiler. Koyuverdi kendini, artık tam olarak ağlıyordu sessizce.
Bu sefer telefonun “aç beni” diyen melodisi çalıyordu.
Gözlükleri çıkarmıştı yaşlarını silmek için, alelacele taktı, baktı telefonun ekranına o arıyordu, arkadaşı, dostu, her şeyi idi arayan, hemen cevap ver diyen tuşa dokunuvermeliydi. Artık açmalıydı telefonu, dayanamıyordu.
Öyle de yaptı. Ve ilk Alo’yu söyledi.
- Alo
- Recep…
- Fiko…
- Oğlum n’aber, kırk saatte açtın telefonu, hayrola?
- Yok bir şey, duymamışım. İyiyim ya sen.
- Sağ olasın, bu yaşta nasıl olabilirsek öyle işte.
- Sesin sanki nezleli gibi.
- Biraz soğuk algınlığı işte, geçer be oğlum eski toprağız biz unuttun mu?
- Yok be yavrum, unutur muyum ama yine de dikkat et.
- Olur ederim. Sen nasılsın bakalım ihtiyar.
- Bıraktığın gibiyim, biraz boynumda ağrı var, gözlerde yavaştan su koyuveriyor, ama...
- E, ama ?
- Yok endişelenme, doktora gittim, kireçlenme başlangıcıymış. Göze gitmedim daha, herhalde katarakt falandır.
- Bana diyorsun bir de, kendine bak, bıraktığımda tığ gibi bir delikanlıydın.
- Öyle dostum, hep öyle olmadı mı yıllarca, hep seni düşünmedim mi ilk, beni boş ver.
- Evet ihtiyar hep öyleydik, hâlâ da öyleyiz, ne güzel.
- Güzel ya!
- Teknen nasıl? Açılıyor musun yine maviliklere, o başka dünyaya?
- Ayıpsın. Tabii ki , ondan kopamayacağımı bilirsin, hayatımın orada son bulmasını isterdim hep, hatırlar mısın? Ada’dan da ufak bir kulübe aldım, işlerimi ayarlar ayarlamaz oraya atıyorum kendimi.
- Hatırlamam mı. Nasıl da dalardın, gelmezdin tekneye bir türlü, beş saat suda kaldığın olurdu, gözlerim hep sendeydi denizde, dürbünüm yanımda olurdu, ne olur ne olmaz su bu, ben senin gibi güvenemedim şu asi maviliğe ama yine de severim. Sen söylemiştin bunu, her şeyde olduğu gibi bu konuda da çok güvenirdim sana, her ne kadar derinlik korkum olsa da. Ama çok sevindim, sonunda hayalini kurduğun kulübene de kavuşmuşsun ya, ne diyeyim sana helal olsun, çok gururlandım.
- Sağ ol canım dostum. Orası senindir bilesin. Bir de, hakikaten yenemedin şu deniz korkusunu, yaşlandın, ölüp gideceksin denizle barışamadan yahu!
- İlahi Fikret, hep aynısın, illa ki güldüreceksin beni.
- Neyimiz var be Recep keyfimizden başka.
- Haklısın be dostum. Sigaraya devam mı? Ya içkiye yani rakımıza?
- Herhalde, bırakılır mı? Nasıl olsa öleceğiz, ha öyle ha böyle. Rakıyı soracaksan; sen yoksun tadı çok acı be Recep, içemiyorum eskisi kadar.
- Bende be Fiko bende alamıyorum rakının tadını, hele o yanındaki lakerdanın, çirozun tadını bile unuttum. Nasıl da yapardın onu be dostum, inan hâlâ bilmiyorum hazırlamasını, belki de öğrenmek istemedim, senin elindeki büyüyü bozmak istemedim.
- Canım dostum sağ ol. Bir gün tekneye gelirsin yaparım sana hem de en güzelinden. Sana söylerdim ya torik lakerdası iyidir diye, hah işte ondan yaparım.
- Sağ ol varol. İnşallah, ölmez de sağ kalırsak.
- Bırak ulan ölmek mölmek muhabbetini, keyfimize bakalım.
- İşlerin nasıl be Fiko?
- İki sene önce emekli oldum, ama bırakamıyorum şu oyunculuğu. Bilirsin o da benim başka hayatım. Şimdilerde yeni oyuncular yetiştiriyorum en azından oyalanıyorum.
- Helal olsun, sana da bu yakışırdı zaten.
- Eyvallah. Yahu Recep, neden yıllarca kendini herkesten uzak tuttun, ben bile ki senin en yakın dostun, izine rastlayamadım. Onun için seni aradım hatta ilk önce mesaj gönderdim. Cevap vermeyeceğini düşünüyordum her zamanki gibi, ama yine de aradım ve açtın çok şükür. Ne oldu, söyle ?
- Yok bir şey Fiko, tatsız konular bunlar, bir ara baş başa görüşür konuşuruz.
- Çok sevinirim. Kaç yıl oldu be oğlum, on beş oldu mu?
- Evet tam tamına on beş koca yıl...
- Ah be Recep, şu ölümlü dünya da değer miydi her şeyi terk etmeye, ikimize de zehir ettin hayatı. Sevenlerine de.
- Neyse Fiko, çok yazdı telefon.
- Senden kıymetlimi, dostluğumuzdan önemli mi Recep, bırak yazsın.
- Yok olmaz öyle şey, nasıl olsa görüşeceğiz.
- Peki nasıl istersen. Artık telefonlarıma cevap verirsin değil mi?
- Tabii sevgili dostum tabii.
- Oldu o zaman, ilk baharda tekneye bekliyorum bak. Yerini söyle aldırırım seni. Anlaştık mı?
- Anlaştık Fiko.
- Haydi yasu* dostum.
- Yasu.

Telefonları kapattılar.
Recep nemlenmiş gözleriyle bir süre pencereden baktı.
Yine daldı gitti.
Sonra toparlandı yavaşça.
Ve tekerlekli sandalyesini yatağına doğru sürdü…


( * ) Yunanca “yaşa” anlamında kullanılır.

yasu...

e.
2009 bahar

1 Nisan 2009 Çarşamba

Sevdiğini mutlu etmek için yaşamak.
Doğumundan son nefesine kadar sevmek ve sevilmek için yaşamak.
Karşılığında ötelenmek…
Sevgine hunharca davranılmak…
Sevildiğini sanmak,
yanılmak…
Filmi başa almak istemek,
Ancak makinenin bozulması ve filmin kaldığı yerden devam etmesi;
bölük pörçük,
bozuk…
Ya değerlerin,
ya sevgin…
Boş ver.
Hayat devam ediyor,
kendince,
bir başına.

Sahne bilmem kaç;
Kameraaa!
Oyunnn!!!

filmin başını kaçırmamak gerek…

e
2007 kış