31 Aralık 2008 Çarşamba

Bir intihardı benimkisi.
Seninle tekrar buluşmak, gözlerinle yeniden tanışmak.
Kokunu kokuma gömmek.
Ellerini avuçlarıma kilitlemek.
Dudaklarımı dudaklarından saklamak.
Titreyen bedenimi bedeninden ayrı tutmak.
Seni kaybettiğim yerde bulmak.

Gerçekten de bir intihardı benimkisi.
Bugün gelip de karşına geçmek, seninle konuşmak,
Bir hasret giderme değildi bu buluşma.
Hesaplaşmaydı.
Geçen onca güzelliğin uçurumun dibine gelmesiydi.
Aşkın iflası,
Sevginin hatasıydı.
İki hüzün parçacıklarıydık o kırık dökük çay bahçesinde.
Masamızda karbonatı bol çay,
Karşımızda her türlü olumsuzluğa karşın masmavi deniz.
Günün tek güzelliği…
Bu güzellik öylece sessiz kalıyor çay bahçesinin öte yanında haykırışıma inat.

Hakikaten bir intihardı benimkisi.
Hüzün parçacıklarıydık, doğru.
Bu parçalar hiç birleşemez ama kopamazlarmış da birbirlerinden.
Siyahla beyaz, çiçekle böcek, günle gece gibi.
Hepsi de birbirlerinden alırmış renklerini, yaşama gücünü.
Bilmezlermiş ne kadar da yakın olduklarını.
Öyle değil mi ya?
Bitmeye yüz tutmuş sevgiler hep karanlık,
Sonrasında aniden yeşeren başka sevdalar aydınlık değil midir?
Bitmeye yüz tutmuş büyük aşklar çiçek,
Ondan faydalanmaya çalışan kötü böcekler ihanet değil midir?
Bitmeye yüz tutmuş yürekler gün,
Tüm umutları, geri dönüş ihtimâllerini bitiren gece değil midir?
Bunları bile bile hiç ayrılabilmiş mi hüzün parçacıkları?

Gerçekten bir intihardı benimkisi.
Bütün pespaye geçmişi sindirmeden,
Yüreğime atılan aşk kazıklarını çıkartamadan,
Üç kuruşluk insanların önünde sevdamın tedavülden kalktığını unutmadan.
Unutulduğunu, kalbimdeki aşkın da başka sulara karıştığını kabullenmeden.
Geceleri hâlâ dualarımdan atamadan.
Seni hatırlatan her şarkının notasını silemeden geldim karşına.
Neyin buluşması bu allahaşkına...?

Hakikaten bir intihardı benimkisi.
Bir zamanlar dudağına takılan gülümsemeler yok yüzünde.
Gözlerindeki heyecan ve ışıltı da,
Yanına yaklaştığımda vücudundaki titreme de.
Kokumu içine çektiğinde kendinden de geçmiyor,
Başını dik tutuyor, göğsüme ihtiyaç duymuyorsun artık.
Ellerini elime yaklaştırmıyor masanın altında saklıyorsun.
Geçmişten bahsederken pişman da değilsin.
Gelecekle hiç ilgilenmiyorsun bile.
Ömrünü ömrüme adamıyorsun,
Sensizlik içimde bir yara da demiyorsun artık.
Gözün kapıya da bakıyor, bir an evvel gitmek için.
Oturduk oturalı hiç bakmadan konuştun yüzüme.
Bitti mi bari söyleyeceklerin?
İçinde kalmadı ya başka nefret kırıntısı.
Son seferimizi yaptık bu limana.
Haydi o zaman
Kalkalım son defa yanaştığımız bu limandan;
Usulca kalkalım, çarpmayalım sağa sola, yeter bu kadar hasar.
...
Vedalar acıklı ve “ah” doludur.
Ayrılıklar ise kırgınlık ve gözyaşı.
Bu vedayı ben istedim aslında, sen beyaz mendil sallamadan evvel.
Çünkü bilirim ki veda eden güçlüdür, terk edilense çelimsiz.
Hiç olmazsa bugün güçlü olayım dedim karşında.
Dedim ya;
Hakikaten bir intihardı benimkisi...


bazen intihardır yüreği onurlu yapan...

e.
2006 kış

30 Aralık 2008 Salı

Anladım gelmeyeceksin.
Sigaramla dertleşirken anladım.
Kadehim çabuk terk etti bu gece, kalakaldık sigarayla bir başımıza.
O dumansız, ben sensiz.
Anladım gelmeyeceksin.
...
Sevdalılar;
Uykuya küserlermiş.
Elleri çenelerinde hayallere dalarlar,
Hicaz ve hüzzam makamında şarkılar dinlerlermiş.
Yağmur yağdığında herkesin aksine sokaklarda olmayı,
Kar yağdığında ise pamuk olup pencerelere süs olmak isterlermiş.
Deniz kıyısında yürürler ve iyot kokularıyla sarhoş olurlarmış.
Sokaktaki herkesi sevdasına benzetirlermiş.
Tüm isimler sevdasının ismi oluverirmiş.
Tüm gözler sevdası sevdası bakarmış.
Tüm gülüşler sanki sevdasının dudağından çıkarmış.
İştahlar bir daha açılmayacakmış gibi kapanırmış yalnızken.
Beraberken ise hiç kapanmayacak gibi açılırmış ardına kadar.
Özlemler her daim yanıbaşında dururmuş.
Anlarlarmış sevdalılar o zaman, özlem hiç bitmeyecek bir ömür boyu.
...
Sevdasızlar;
Uykuya doyarlarmış.
Elleri çenelerine uğramaz, başka ellerle mutlu olurmuş.
Ne hicaz, ne hüzzam, şarkı bile dinlemezmiş artık yürekleri.
Yağmurdan kaçarlarmış ıslanmamak için.
Kar yağdığında hiç çıkmazlarmış bir yere, hatta camdan bile bakmazlarmış.
Deniz kıyısında üşürler, iyot kokusuna burun kıvırırlarmış.
Sokakta yanından her geçene mavi boncuk dağıtırlarmış.
Tüm isimler başka başka, artık sözde yüreklerini yeni isimler heyecanlandırırmış.
Seven gözler onlar için önemsizdir, sevda yoktur ki yüreklerinde anlasın bu bakışları.
Gülüşler soğuk, dudakları ise konuşmaya yararmış, değil başkasında sıcak gülüşler aramayı.
İştahlar yerindedir, doymak nedir unutulmuştur.
Ne özlemler vardır delicesine, ne de ona yakışan bir sevda.
Çünkü aşkı anlamazlarmış, oyun zannederlermiş.
Sevdasızlık tüm ruhlarındadır artık...
...
Kelebekler vardır;
Gündüz kelebekleri.
Kanatları rengârenktir, gökkuşağı gibi.
Gündüz yaşayıp, gece uyurlar.
Tek uyku hakları vardır.
Çünkü ertesi gün ölürler.
Bir günlüktür ömürleri.
Bu narin şeyler sadece bir gün yaşıyorlar işte.
An’ ı yaşayan tek canlı.
Vakti bir nefesliktir.
O çiçekten o çiçeğe koşar gün boyu.
Bir gün içindir aşkı.
Bir gün içindir ayrılığı.
Bir gün delice çarpar yüreği.
Bir gün rüzgarı alır kanatları arasına.
Bir gündür güneşle olan dostluğu.
Bir gün içindir arkadaşlıkları.
Bir gündür yiyeceği lokma.
Bir gündür hüznü.
Bir gündür coşkusu.
Onlar iyi bilirler zamanın kıymetini.
İyi bilirler aşkın değerini.
Sevdasına sıkı sıkıya sarılır ve asla bırakmazlar.
En büyük, en coşkulu aşıktır gündüz kelebekleri.
Çünkü bir günlüktür ömürleri.
Bu yüzden;
Severlermiş asırlara bedel.
Hiç bitmemecesine...

Kargalar vardır;
Kara kargalar.
Kanatları kapkara, sesleri berbat kargalar.
Gece gündüz yaşarlar.
Tek düşünceleri kendileridir.
Bencildirler.
İşte bu yüzden;
Yüz elli yıl yaşarlar.
Gamsız kasavetsiz yüz elli yıl!
An onlar için silik, anlamsız, hatta beş para etmez bir ayrıntıdır.
Gün boyu o hiçlikten, o hiçliğe kanat çırpar dururlar.
Aşk bir yana, sevginin ne olduğunu da bilmezler,
Yine de onları bu haliyle sevmek isteyenler olursa, sevenlere sadece “gak!” derler.
Ötesi yoktur.
Sesi kötüdür ancak vakti boldur.
Bu yüzden gözü de kördür yüreği de.
Bir arkadaşı yaralansa, hastalansa ne onu sorarlar ne de yanına gelirler.
En ufak zorlukta hemen kaçarlar, arkalarına bile bakmazlar.
Umursamazlar.
Nasıl olsa yüz elli yıl yaşarlar.
Ne rüzgârı, ne de güneşin ışıklarını, sıcaklığını tanırlar.
Onlar için varsa yoksa kendileridir.
Kendi özgürlükleri.
Bu yüzden, sırf bu yüzden aşkı bilmezler işte.
Birini sevemez, yüz elli yılından bir an’ ı bile vermezler.
Kaypaktırlar.
Aslında korkaktırlar...

Sigaramın sonuna geliyorum.
İyi dertleştik.
Ben ona sevdalıları anlattım, o bana sevdasızları.
Ben ona gündüz kelebeklerinin tarifsiz güzellikteki dünyalarını açtım, o bana kargaların kara dünyasını.
Ne kadar da benziyorlar birbirlerine;
Sevda ile gündüz kelebekleri.
Sevdasızlarla kargalar...

Anladım gelmeyeceksin.
Oysa ne kadar da gündüz kelebeği olmanı isterdim...

hüner yüz elli yılda değil, kelebeğin kanatlarındadır...

e.
2006 karakış

29 Aralık 2008 Pazartesi

Gelmiyor içimden kelimelere dokunmak,
Virgüllerle nefes almak,
Parantezlerle açılmak
Ve
Noktayla son bulmak istemiyorum.
Gelmiyor içimden…

Oysa sevişmek ne güzeldir kelimelerle.
Onlarla halvet olmak,
Kalpteki zehri kelimelere yüklemek ne güzeldir.
Gözlerdeki yaşları kaleme havale edip kelimelere akmasını beklemek
Ya da
Gönülde olması muhtemel sevdaların tüm vebalini de ona yüklemek,
Çiçeğin kokusunu,
Güneşin sıcaklığını,
Yağmur damlasını,
Denizin mavisini…
Kelimelere yüklemek ne de güzeldir.
Sevdalı öpüşleri,
Sevdalı bakışları,
Hoş sohbetleri,
Titreyen kalpleri,
Tükenmeyen aşkları,
Acıtan hasretleri
Ve
Kaybolmuş ruhları,
Yüklemek kelimelere…
Hem de hiç acımadan.
Hunharca.
Garip bir haz, garip bir mutluluk duyar gibi…

Gelmiyor içimden kelimelere dokunmak gönlüm kapalıyken.
Ne sağıma bakmak ne de soluma bakmak geliyor içimden.
Taraçaya da çıkmak istemiyorum,
Pencereden başımı göğe kaldırıp Tanrıyla sohbet etmek,
Gece olduğunda yıldızlarla oyun oynamak da istemiyorum.
Gözlerimi kapatıp rüzgârın hangi yönden estirdiğini,
Az ötede sabaha kadar açık kalan meyhaneden yayılan mis gibi anason kokularını,
Karşı apartmanda sevişen genç çiftin sokağı saran çığlıklarını da duymak istemiyorum.
Gelmiyor içimden…

Hele ki dostların bir bir kaybolmasını…
Kadehlerin tadının bir türlü damaktaki yerini bulmamasını,
Bir çift sözün yalnızlık duvarına çarpıp geri dönmesini,
Ömürlerin saate, yıla hatta kendime bir şeyler çaktırmadan ilerlemesini,
Aldığım sayılı nefesin her geçen gün değerini kaybetmesi ve beni anbean hayattan uzaklaştırmasını,
Yediğim, içtiğim birkaç lokma ve suyun tatlarını yitirmesini,
Gönül barınağımın yerle yeksan olmasını,
Gelmiyor içimden kelimelere dökmek…

Yaklaşan bahara rağmen,
Kanın damarlarda delice turlamasına,
Kaybolmuş umutların bulunmasına,
Çiçekle böceğin taze bir çiçek üzerinde vuslata ermesine,
Karanlıkların aydınlığı selamlamasına,
Tüm seslerin hoş sedaya dönüşmesine,
Sevdalıların kavuşmalarına rağmen,
Yine de…
Gelmiyor içimden kelimelere dokunmak.

Nedir bu iştahsızlık?
Nedir bu atalet?
Nedir bu küskünlük?
Nedir bu suskunluk?...
Nedir kelimelere bu kadar sitem?


koyuverdim zembereği boşalmış hayatı… bari o özgür kalsın…

e.
2008 karakış

27 Aralık 2008 Cumartesi

Otobüs, sessiz, sakin bir limanda indirdi.
Köhne gibi duran bir çay bahçesini görüyor ve ona doğru ilerliyorum.
Dışarıda birkaç tahta masa ve sandalye var.
Yetmiş ve seksenlerin, çocukluğumda kalan yazlık sinema sandalyeleri bunlar.
Oturuyorum bir hevesle.
Geriye doğru kayıyorum.
Bir ayağı ya kısa ya da kırık. Ne güzel.
Hava poyrazla işbirliği yapmakta.
Sert mi sert fakat alabildiğine temiz mi temiz.
Arkama bakıyorum daha çaycı ortalarda yok.
Çay bile demlenmemiş zağar.
Olsun nasıl olsa ben, beni alıp cennetime götürecek feribotu beklemekteyim.
Varsın çay da olmasın.
Zaten çayı sevmem, ancak burada insan içini ısıtacak bir şeyler de istiyor.
Birden yanımda tüyleri pırıl pırıl parlayan simsiyah bir dost beliriyor.
Bir sokak köpeği.
Etrafımda dolanıyor ve sonunda patilerini üzerime dayıyor. Oyun yapayım da sevimli görüneyim belki beni besler numarasından da geri kalmıyor hani. Ama her yer kapalı ne verebilirim ki? O da çaresiz gidiyor yanımdan. Oyunumuz kısa sürse de yetti ikimize.
Ben ısındım o ise açlığını unuttu bir an.
Yeter bu kadar poyrazla arkadaşlık. Fazlası zarar.
İçeriye giriyorum.
Bir masaya yerleşiyorum.
İçerisi de dışarısı gibi, sessiz, sakin.
Herkes üzerindeki kışlıklarının yakalarını kaldırmış, oturuyor.
Karşı masada kırklı yaşlarda kumral, top sakalı olan balıkçı yelekli bir adam kalınca bir kitap okumakta. Ben otobüste görmüştüm bu kişiyi, ancak kitap okurken hiç rastlamadım. Herhalde sadece uyumayı tercih etmişti.
Diğer yanımda da kırklı yaşlarda saçları röfleli, masmavi gözlü ve bakımlı bir bayan oturmakta. O da kitap okuyor. Ara sıra kafasını kaldırıp etrafı tedirgin bir şekilde süzmeyi de ihmal etmiyor. Turist galiba.
Bir anda elinde çay tepsisiyle çaycı beliriyor ve sorgusuz sualsiz her masaya çay
bırakıyor. Herkesin yüzünde bir tebessüm. Kolay değil çay bu.
Ben de hayır demiyorum. Hızır gibi geldi hani.
Bir yudum alıyorum.
Kalitesi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ben kursağıma giren sıcaklıkla ilgileniyorum şimdi.
Oh! bayağı güzelmiş...
Bu keyifle pencereden dışarıyı seyre koyuluyorum ve siyah köpecik’ e diğer
arkadaşlarının katıldığını fark ediyorum. Şimdi dört oldular. Oyun yapmaktalar. Biri birinin üstünde, diğeri öbürünün. Hoş bir görüntü.
Tekrar içeride oturan birkaç kişiye dönüyorum.
Hiçbirinde yaz neşesinden eser yok.
Sanki umutları bir hurca koymuşlar ve dolabın ta en arkasına kaldırmışlar gibi.
Yalnızlık ve hüzün diz boyu.
Aslında ben de onlar gibiyim burada. Farkım yok.
Yapraklarımı döktüm buraya gelirken.
Poyraz deli gibi esti ve üşüttü ta iliklerime kadar. Gözlerimi de yaşarttı hiç durmamacasına.
Kalbim kırık, oturduğum tahta sandalye ile aynı.
Bir ayağı dengeyi kurmaya çalışsa da diğer kırık ayak izin vermiyor, sarsıyor beni. Yalpalıyorum…

Seni ruhuma hapsedip ta buralara kadar geldim.
Sorma neresi diye.
Buralar işte!
Umudum yok kendimden, hatta hayattan.
Buralar onarır mı?
Sanmıyorum.
Gözüm telefonda hâlâ.
Ya ararsan diye iç geçiriyorum, ama...
Sanmıyorum.
Her ne kadar dayanamazsam da dayanmalıyım.
Bundan gayrı böyle.
Duymamalıyım sesini.
Zira dönmek istemiyorum oralara. Acı çektiğim yerlere.
Sana yakınındayken uzak olmaktansa uzaktayken uzak olmak daha mı iyi ne?
Bilmem.
Böylesi daha iyi galiba.
Senden uzak.
Sevginden kopuk.
En güzeli canım,
Salaş yaşamak...

kim üzerine alınırsa...


e.
2004

26 Aralık 2008 Cuma

Elim çenemde düşündüm geçen gece…
Bir an mıydın hayatımda?
Yoksa bir anı mı?
Bir an isen ne âlâ.
Yok, bir anı isen çok fena.
Çünkü;
“An” lara sıkışan beraberlikler kepazeliktir, yaşanır ve biter.
Kâh yayları bozuk, nevresimleri solmuş yataklarda,
Kâh bir gece kulübünün sigaradan boğulmuş, içkiden tükenmiş sivri taburelerinde,
Öpüşmenin lezzetinden yoksun, ten kokularından uzak, gecelerin karasına sığınan pespayelikler altında sevişme karalamalarıdır “an” lar.
Ne sevgiden dem vurulabilir, ne aşkın ululuğundan söz edilebilir bu “an”larda.
Derin bir iç bile çekilmeden yaşanan yakınlaşmalardır.
Aşkın esamisi okunmaz kalplerde.
Bu “an” larda ruh izin ister kalpten, yaşananları görmek istememecesine.
Hayaller duruluğunu kaybeder, bulanıklaşır.
Şefkat renk değiştirir, mavisinden sıyrılıp ziftin pekine döner...
Sabah ilk ışıklarını süzmeye başladığında renkler kendini bulur birden bire.
Ruh kalbe taşınır yeniden.
Aşk ise tüm kalbi sarmak üzere yerini alır.
Yayları bozuk ve nevresimleri soluk yatak tükürür seni, pataklarcasına alaşağı eder.
Gece yaşanan “an” lara takılan pespayeliğin sonu gelmiştir artık.
Yanına bakmaya cesaret bile edemezsin, midenin kaldıramayacağını bilirsin tecrübelerinden.
Paldır küldür kalktığın yerden, kıçına geçirdiğin donun ve fermuarını bile kapatmaya fırsat bulamadığın pantolonunla kendini dışarı atıverirsin.
Yorgun, üzgün ve bir o kadar küskünsündür kendine.
“An” bitmiştir, bir daha ki kepazeliğe kadar.
İşte bu yüzdendir “an” ın âlâlığı.
Bu yüzdendir seni “an” lara sıkıştıramayışım.
Bu yüzdendir sana kıyamayışım.
...
Anılara takılan beraberlikler ise aşktır, acıdır.
Gönül sızısını da hatırlatır,
Özlemin tarifsiz cazibesini de.
Terk etmeyi ve edilmeyi nakış gibi işler ömrüne anılar.
Ne yatak paklar, ne de sivri bir bar taburesi.
Aşkı, sevdayı her geçen gün daha şiddetli bir şekilde hissettirir,
Yaşanmışları şekil değiştire değiştire temcit pilavı gibi önüne serer anılar.
Unutmaya çabalasan da her bir kareyi, inadına tüm detayları daha da netleştirir,
Gördüğün her kişiyi, işittiğin her sesi ve hissettiğin tüm kokuları onun hesabına daha da keskinleştirir anılar.
Ne çare;
Artık sen kaçmaya çalışan ürkek bir çulluk,
Anılar ise seni avlamanın keyfine varan bir avcı olmuştur artık.
An gelir öyle acıtır ki anılar,
Avcının hedefine bir an önce girebilmek için bırakırsın kanat çırpmayı.
Ancak avcı, tecrübeli ve bir o kadar kalpsizdir, seni hedefte gördüğünde ateşlemez saçma dolu tüfeğini; öncesinde acıtır, kanatır tüm yaralarını keyif ala ala.
Tüfeğini ateşlediğinde de zaten işin bitmiştir.
Yanmışsındır artık...
İşte bu yüzdendir anıların fenalığı.
Bu yüzdendir yanmışlığım.
Bu yüzdendir düşüncelerimin cevabı hep “anı” olman...


“an” lardır “anı” ları asil yapan...

e.
2007 bahar

25 Aralık 2008 Perşembe

Bir tango olamadık,
Bağlanamadık sıkı sıkıya.
Bir akordeon sesi olamadık,
Ağlayamadık kalpten.
Bir ağaç olamadık parkta,
Vefayla, sevgiyle sarılamadık birbirimize.
Bir türkü olamadık,
Ağıtlar yakamadık ardımızdan.
Tatlı bir ses olamadık,
Sevdaya ait sözler söylemek üzere.
Bir çocuk olamadık,
Küstüğümüzde hemen barışmak üzere.
Gözyaşı olamadık,
Serserice yanaktan akmak üzere.
Biz aşık olduk sadece,
Sadece,
Sevmemek üzere…

e.
2008 kış

24 Aralık 2008 Çarşamba

Ben balıkçıyım
Sen prenses
Ben dört metrelik kayık
Sen yalıda birdolu oda
Ben sevdalı, denizler gibi arsız, fütursuz
Sen sevgisiz, kalpsiz şımarık
Ben adanın kayalık midyesi
Sen kayalık orfozu
Ben salyangozun evi
Sen karşıdaki yalı
Ben hasretlerin esiri
Sen aymazlığın hakimi
Ben firardayım
Sen kavuşmalarda
Ben sabahın ilk ışıkları
Sen ikindi kahvaltısı
Ben gecelerin karası
Sen gecelerin yıldızı
Ben denizlerin iyodu
Sen umudun uzaklarında çakıl taşı
Ben doğanın sakası
Sen yalının bülbülü
Ben denizden çıkan ekmek
Sen sofra kurabiyesi
Ben aşkların ulaşılmazı
Sen ihanetlerin vazgeçilmezi
Ben beklemelerde
Sen kaçmalarda
Ben özgürlüğün tadıyım
Sense esaretin, mutsuzluğun...


ben maviyim güzelim...ya sen ne renksin...

e.
2007 kış
Gecenin bilmem kaçı.
Gökyüzü karanlık, bulutlu.
Şimşekler çakıyor ardı ardına.
Arkasından gök gürültüsü de cabası.
Yağmurun iriye yakın damlacıkları cama vuruyor acımasızca.
Her vuruşunda çıkarttığı ses kulağa hiç yabancı gelmiyor.
Cama vuran damla, sesin ardından usulca aşağı doğru kayıyor.
Bu da yabancı gelmiyor.
Biri kalbime saplanan hasret, diğeri hasretin yanaktan akıttığı gözyaşları sanki.
Bir yaz yağmurunun ardına gizlenen kalp ağrısı kısaca.
Uyku tutmadı yine.
Dün gece de aynısı olmamış mıydı?
Ya geçen gece...?
Hepsi kuyruk gibi peşi sıra gidiyorlar, her gün.

Sandığı açtım her geceki kalp ağrısıyla beraber.
Kenarına sıkışmışsın her zamanki gibi.
Ertelenmiş şarkılar da öylece yanına kıvrılıvermişler.
Sirtosu, taksimi, peşrevi...
Temenniler daha altlarda.
Gereksiz olduklarından mı nedir, hiç görünmek istemiyorlar sanki.
Hayâller ise sandığın her bir köşesine musallat olmuşlar.
Sanki her bir santiminde unutturmak istemiyorlar seni.
Işıldamanı istiyorlar, bitmek tükenmek bilmeyen arsız edalarıyla.
Ümitleri ara ki bulasın.
Yalancı çoban gibi saklanmışçasına çıkıveriyor sağdan soldan.
‘Hah tamam’ dediğim anda ‘o değilmiş meğer’ deyip bir başka baharın beklentilerine razı oluyorum.
Aşkı-sevdayı arıyorum yürek delişmenliği içerisinde.
Sandığı karman çorman ediyorum, talan ediyorum adeta.
Bir de üstüne didik didik ediyorum.
Nafile...
Yok hiçbir köşe bucağında...Yok...
Kenara sıkışmış olan senin yanında alıyorum soluğu.
Hani olur ya, senin civarındadır diyerek.
Çünkü olsa olsa senin yakınındadır, hatta ta iliklerine kadar işlemiştir.
Senden de bir fayda yok...Yok...

Kör gecelerde hep böyle oluyorsun bu sandık içinde.
Yağmur gibi acımasız ve bir o kadar melânkolik.
Islatıyorsun sorgusuz sualsiz.
Belki korkuyorum şimşekten, gök gürültüsünden.
Sığınacak sıcak bir yürek istiyorum belki de.
İşte o zaman ertelenmiş şarkılardan medet umar gibi oraya bakıyorum.
Adı üstünde “Ertelenmiş”, başka zaman dercesine yüz vermiyor.
Yahu biraz sirto ya da peşrev, bıraktım hicâz’ı, hüzzam’ı.
Ama yok “Ertelenmiş” şarkılar onlar.
Temennilere göz kırpıyorum, kompliman yapıyorum alenen.
Onun da adı üstünde, “Temenni”.
“Çaputlardan oluşmuşum zaten, bir bez de sen bağla” dercesine alayına maruz kalıyorum onun da.
“Temenni” işte...”Temelliye” ramak kalmış...
Her bir köşeye yaltaklık eden hayâllere yanaşıyorum usulca.
Belki soluğunu çekerim birkaç saniyeliğine diyerek.
Adı üstünde “Hayâller”
İzin vermiyor, “Hayır” dercesine.
Soluksuz kalıyorum.
Yalancı çoban, ümide takılıyorum ümitsizce.
Olur ya, bu sefer sefere götürür belki gönlümü diyorum.
Tazeler yarınlarımı, yarınlarımızı.
Adı üstünde “Ümit”
Sadece umut ettirir, getirmez gönlündekileri, sermez önüne.
Son durak aşk-sevda ikilemesi.
Yoruldum yine.
Kalbim hızlı atıyor, sızlıyor,
Dinlenmem gerek.
Durağın kırık iskemlesine çöküp bekliyorum gece sıfır üç aşk-sevda katarını.
Çünkü biliyorum ki buradan geçtiğinde içinde sende olacaksın.
Biliyorum ki bu durakta durup beni alacaksın.
Bekliyorum...

Yazdığım yazı bitmek üzere, saat sıfır üç’ü bayağı geçmiş.
Bugün de gelmeyecek katar seni de peşine katarak.
Her zamanki gibi…

Yağmur dindi,
Camlar kurudu,
Gün ağarmak üzere.
Her geceki vazife icabı sandığı kapatıyorum kenarına sıkışan seninle;
Ertelenmiş şarkılarımla,
Temennilerimle,
Hayâllerimle,
Ümitlerimle,
Ve hiç gelmeyecek olan
Aşkın-sevdanla birlikte...

umudun aksayan ayağında yaşam mücadelesi vermek... onurluca... ne hoş...

e.
2007 yaz

19 Aralık 2008 Cuma

Bir gün kapına gelsem, yeni doğmuş bir bebek gibi.
Tertemiz.
Üzerimde özenle sakladığım adamlık koyu lacivert takım elbisem olsa.
Sakal tıraşım sinek kaydı,
Saçlarım 3 ile 4 numara arası kısa.
Tenimde kendi kokum, doğal.
Ve...
Ziline dokunsam titreyen elimle, biraz mahcup ve çokça heyecanla.
Göğüsüm şişse, nefesim kesilse, kalbime ağrılar saplansa.
O an adımı unutsam,
Kendimden geçmişliğimin derin sarhoşluğunu yaşasam.
Gözlerim kapansa kısa süreliğine içindeki senle beraber.
Ve birden bire kapıyı açıversen.
Gözlerimiz birleşse tereddütsüz,
Dünyada iki kişi kalsak.
Sen ve ben...
Hiç konuşmasak,
Anlatsa gözlerimiz birbirine, ayrı kalınan yılların ağırlığını satır satır.
Nedenler, niçinler cevabını bulsa bakışlarımızda.
Saçlarımızdaki aklar gururlansa,
Sevdanın en hasının nasıl çekildiğine şahitlik etseler.
Dile gelse gönül şarkıları,
Elle tutulsa kalplerden fışkıran sevda,
Yeni bir alfabe olsa birbirimize anlatacağımız özlemi haykıran.

Bir gün kapına gelsem seni yeniden sevmeye.
Kana kana, gönülcesine...
Eğer aşık olmadıysan bir başkasına, sadece gözlerimin elifine bak.
Hiç kapatma göz kapaklarını.
Sonra, bir iki saniyeliğine kalbine kulak ver.
Atışlarında benim adım var mı?
Ve her atışın arasına sıkışan aşkının çığlığı duyuluyor mu..?
Eğer bıraktığın yerdeysem,
Yani hâlâ aynıysa her şey,
Yani kalbin bunları söylüyorsa;
Ellerini uzat.
Uzat ellerime, tut ellerimi.
Sıcaklığını hissetmeye çalış.
Hissedebiliyor musun?
İlk günkü gibi heyecan veriyor mu?
Eğer bıraktığın yerdeysem,
Yani hâlâ aynıysa her şey,
Yani ellerin bunları söylüyorsa;
Sarıl bana.
Vücutlarımız yek vücut olurcasına, sarılalım.
Boynuma değsin burnun.
O siyah, uzun lepiska saçlarına gömülsün yüzüm.
Nefesini duyayım tüm bedenimde.
Sonra,
Seviş benimle,
Yaşadığın bu ana kadar başka erkek görmemişçesine seviş benimle.
Ruhumla,
Kalbimle,
Anılarımla,
Hayâllerimle,
Bedenimle seviş.
Kalmasın öpülmedik bir parça vücutlarımızda,
Kalmasın dökülmedik ter.
Tüm günahlar bize yazılsın,
Tüm ayıplar ardımızda kalsın o an.
Çekilmedik ceza da kalmasın.
Titreyelim fütursuzca.
Dünyada ikimiz kalalım.
Sen ve ben...

Bir gün kapına gelsem kuşların ötüşmeleri eşliğinde.
Elimde papatya demeti,
Dilimde mavi sevda şarkısı,
Ruhumda asi rüzgârla.
Yıllar boyu, içinde sadece seni sakladığım yüreğimle ziline dokunsam.
Kapıyı sen açsan.
Seni sevdiğimi haykırsam, hemen oracıkta, antrede.
Anlatsam yüreğime kazınmış aşkını.
O zaman itinayla saklandığın kozandan çıkar mısın?
Yıkar mısın tüm engelleri...?

Ah benim iğde kokulum, bir gün kapına gelsem,
Bana aşık olur musun?
Ya da
Sevmeyi dener misin en azından...?
Birazcık...

çevirme bu tanrı misafirini kapından...yorgun çünkü...

e.
2007 sonbahar

18 Aralık 2008 Perşembe

Çocuktum o zamanlar, küçücük bir çocuk.
Büyük babamın sigara tabakasını koklardım.
İçinde sadece gelincik sigaralarının bulunduğu tabaka gül kokardı adeta.
Büyük babam büyüktü hem de çok büyük.
Çok severdim onu.
Kocaman bir güven abidesiydi.
Parmakları arasına sıkıştırdığı gelincik sigarasıyla heybetli dururdu.
Diğer eliyle de yazılar yazardı, daha da büyürdü gözümde.
Yanında oturur yazdıklarını okumaya çalışırdım.
Bana bakardı göz ucuyla, gülümserdi.
Bu gülümsemesi onu anladığımı, bir tek benim anladığımı anlatırdı bana sanki.

Aradan yıllar geçti, devasa yıllar…
Şimdilerde benim parmaklarıma sıkışmış karanfil kokulu sigara var.
Gavur malı gerçi ama güzel geliyor.
Her ne kadar gül gibi kokmasa da hoş bir koku yayıyor etrafa.
Yazarken dumanı aklımı başımdan alıyor, cümleleri yazıyor havaya adeta.
İçime çekmek istemiyorum dumanı, çünkü içimde güzel duygularım var, istemem gölge düşsün onlara...

Parmaklarımda bitmeye yüz tutmuş karanfil sigarası can çekişirken birini hayâl etmek istedim bu gece.
Bir kadını...
Güzel gözleri olsun meselâ.
Hem mavi -çakır gibi- olsun, hem de baktığında her şeyi anlatsın bana.
Aklındakileri, gönlündekileri, her şeyi...
Sevimli olsun ağzı burnu.
Hani, hokka gibi.
Hani yaramaz çocuklarınki gibi.
Her an çıkması muhtemel hınzır kelimeler hazır beklesin dudaklarında.
Güldüğünde nilüferler açsın yüzünde, çok yakışsın gülmek.
O mavi çakır gözleri daha bir parlasın, daha bir derinleşsin.
Gül gibi koksun, goncanın hayata merhaba dediğinde saldığı aromatik koku gibi duru.
Nazlı olsun biraz, hatta dozunda şımarıklığa bile eyvallah.
Bazen asi de olsun.
Kavgalar etsin kendi kendine hatta etrafıyla.
Kararlı olsun; dik, mağrur ve bir o kadar tevazua yakın.
Servi boylu falan da olmasın, çıtı pıtı bir şey olsun, o çocuksu davranışlarını tamamlarcasına.
Yüreğine gelince...
O minik bedenine sığmayacak kadar büyük olsun yüreği.
O büyüklüğe tüm sevgileri sığdırsın.
Nefretler, hüzünler ve kederler giremesin o yüreğine.
İçin için ağlayan bir yürek olmasın.
Gülünce bir daha gülen yüreklerden olsun.
Peşinde koştursun tüm sevgilileri.
Dedim ya; nazlı olsun biraz, hatta dozunda şımarık.
Kolay olmasın o kocaman yürekte yer bulabilmek.
Çünkü girildiğinde kolay olmamalı çıkmak, hatta sonsuza kadar yer bulabilmek önemli.
Orada yıllarken de ağlatmamalı o yüreği, ömür boyu mesut etmeli.
İşte bu yüzden kolay olmamalı yer bulmak o yürekte...

Bu kadın sevmeyi, sevilmeyi özlemeli.
Vefayı, sadakâti iyi bilmeli.
Sevdiğinde gönülden, içten sevmeli.
Sevildiğinde ise aşkı tüm iliklerinde hissetmeli.
Terk edildiğinde her ne kadar kan ağlasa da o koca yüreği, yine de dimdik durmalı.
Kadere de gerekli ahı çekmeli ara sıra.
Anılar birer an olarak kalmalı ardında.
Gidiyorum dediğinde ise ardına bile bakmamalı.
Vurup kapıyı çıkmalı, bir daha geriye dönmemecesine.
Çılgınlığı hüznünü yenmeli, eritmeli acıyı gönlünde.

İşte böyle bir kadın Hayâl ediyorum.
Gelincik sigarası gibi koksun, gül, gül.
Bana baksın göz ucuyla, gülümsesin.
Bir tek ben anlayayım onu, o gülümsemesi bana bunu anlatsın.
Yazdığım her cümlenin satır başı olsun, hiç nokta olmasın onu anlattığım cümlelerin sonunda.
Güven versin bana, sonsuz bir güven.
Ömrümü vereyim ona, son nefesime kadar.
O da sevsin beni hiç bırakmamacasına...

Tanrım affet beni, işine karıştım bu gece.
Bu kadın benim olsun istedim sadece.
Hatta adı “Melek” olsun…

hayâli bile güzel...

e.
2007 yaz

17 Aralık 2008 Çarşamba

Sürgüne giderim,
Uçsuz bucaksız.
Topraklar çorak,
Çatlak mı çatlak,
Üzerinde böceklerin cirit attığı,
Issız topraklara giderim.
Kopar içimden parçalar,
Lokma lokma.
Ben giderim sürgüne,
Uçsuz bucaksız…

e.
2008 kış sürgünü

16 Aralık 2008 Salı

Dönüp dönüp seni en baştan sevmek ne hoş.
Döne döne tekrar vurulmak,
Tutkuyla, kıyasıya bağlanmak,
Ne güzel şey…

e.
2008 kış

15 Aralık 2008 Pazartesi

Seni seyretsem.
Sen karşı koltukta, ben yanı başında.
Gözlerim gözlerinin ferine aksa.
Nefesin nefesime solusa.
Sen, sen olmaktan; ben, ben olmaktan çıksak birkaç saat.
Elimi uzatsam siyah saçlarına, dokunmaya çalışsam.
Usulca sevsem.
Sen dayanamayıp göğsüme yaslasan başını.
Saatler mola verse o an.
Sonrasında, içime soluyan nefesin daha da yaklaşsa.
İçime işlese.
Ta yüreğime karışsa...
Yüzüm saçlarına gömülse.
Koklasam, koklasam, koklasam...
Gözlerimi kapatsam, başımı başına yaslasam.
Sen kulağıma sevda sözleri fısıldasan.
Oracıkta seninle çarpan kalbim kuş olsa, kanatlansa.
Saatler moladan vazgeçmese.
Gece güne varmasa.
Dünya dönmekten vazgeçse.
Ve biz kalsak öylece, ömür yettiğince.
Hiç ayrılmadan...

seni seyredebilmek... nakşetmek gönüle... usulca...

e.
2007 kış

6 Aralık 2008 Cumartesi

Hadi, kokunu ver de gideyim artık.
Gemi kalkıyor...
Gözlerin sende kalsın.
Dudaklarında öyle.
Hatta kalbin bile sende kalsın.
Acımasız davranmamak gerek sana
Zira gözlerin bir başka gözlere bakabilir,
Dudakların başka dudakları isteyebilir.
Hatta kalbin bile başka bir kalple atabilir.
Ama kokun…
Bir kokun var ya burnumda, o kâfi bana.
Haksız mıyım?

Zaman örtüyor yaşanmışlıkları,
Köreltiyor gönlü.
Bir de 'göz görmeyince gönül katlanır' girdi mi işin içine;
İyice puslanıyor suretler.
Ama kokun...
İşte onu alamıyor zaman.
Çünkü o her yerden gelir takılır burnuma, oradan da yüreğime.
Kâh bir rüzgârla, kâh bir çiçekle.
Gelir takılır...

Bundan böyle suyun üstündeyim artık.
Ara sıra güverteyi ziyaret edeceğim.
Balıkların derinlerdeki seslerini duymaya çalışacağım.
Martıların göklerde süzülürken attıkları müstehzi kahkahalara katlanacağım.
Geceleri yıldızları sayacağım.
Bazense parlak olanları sağ, sönük olanları sol tarafa ayıracağım.
Masamda erik rakısı, tabağımda beyaz peynir, gemim ise tam yol ileri gidiyor olacak.
Hangi rüzgâr nereden esiyor anlamaya çalışacağım.
Poyraz ise, delişmen,
Lodos ise, karışıksın.
Gün batımı ise, erken yatmışsındır o gece.
Karayel ise sıkıntılısındır, kupkurudur düşüncelerin o gün.
Ama ben hep Kış musonunu bekleyeceğim.
Karadan denize doğru vuran ve yağış bırakan rüzgârı.
Tıpkı bana kokunu getirip, yüreğime aşkını yağdırması gibi.
Anlayacağın; nereden bakarsan bak, geliyor kokun bana.
Haksız mıyım?

Kalkıyor gemim.
Aşkı-sevdayı sana bırakıyorum.
Hayatı bile.
Ama kokun…
İşte o hep benim.

küpelerimi taktım... açılabilirim artık denize... dönmemecesine…

e.
2007 kış

Kısa Not: Bir erkeğin küpe takmasının nedenlerinden biri de denizci olmalarından kaynaklanır. Zira bir denizci yalnızdır ve nerede öleceğini bilemez. Nedir, nerede ölürse ölsün küpeleri onun gömülmek için tek servetidir.

5 Aralık 2008 Cuma

Aşk nasıl yazılır?
Neresinden bakarsan bak üç harf ve tek hece.
Dünyayı dar eden de, dünyalara dünya katan da bu hece.
Yüreği sızım sızım sızlatan da, ılık rüzgárlar hissettiren de sadece bu üç harf.
Nasıl yazılırsa yazılsın devasa bir yazı oluveriyor yazıldığı yerde.
Cakasından geçilmiyor.
Kibir tek güzelliği olmuş adeta.
Asla ödün vermeyeceği bir kibir.
Her şeyin sahibi sanki.
Tüm sokaklar onun,
Tüm duraklar,
Tüm pastaneler,
Tüm parklar,
Doğanın tüm ağaçları,
Hatta bütün duvarlar da onun...

Aşk insana yazılır, insan aşka değil.
Gönlünü kime vereceğin sadece onun tekelindedir.
İnsan emir kuludur aşkın, nereye çekerse oraya gider.
Hayatta mantığı alt edebilen tek şeydir aşk.
Normali anormal yapan da aşktır.
İnsana bahşedilmiş ruhu bile bir tek o tanır yakından.
Ruhun sıkıntı ve coşkusunu o dengeler.
Kalbin ipleri de elindedir, ne zaman dizginleyip ne zaman gevşeteceğini çok iyi ayarlar.
Dilin olası sözcüklerini o kurar.
İstediği zaman dizgide hata yapar, kilitler.
İstediği zaman edebiyat parçalar, su gibi konuşturur.
İnsanı emer aşk,
Posayı görene kadar...

Aşk nasıl yazılır?
Meselá bir yazar, nasıl yazar aşkı?
Düşük cümleler mi kurar yoksa devrik mi?
Yazarken ağlar mı?
Çok mu zorlar yüreğini?
Yoksa alışmış mıdır artık aşkın cümlelerine?
Parmakları arasında sigara izmariti var mıdır?
İçin için bir şarkı çalar mı plaktan yazarken?
Şiirle mi yoksa kısa öyküyle mi anlatır?
Kurşunkalemle mi daha güzel yazar yoksa tükenmezle mi?
Cümlenin başında mı daha can alıcıdır yoksa ortasında mı?
Peki sonunda nasıl bir his uyandırır... Aşk?
Bunları da düşünür mü yazar?
Kuşe kağıtta daha mı yakışlı poz verir?
Dosya kağıdı kadar beyaz ve zengin mi?
Yoksa saman kağıdı kadar gariban mıdır... Aşk?
Kaç sayfalık kitaptır?
Önsözünde neler yazar?
Peki sonu hep hüsran mıdır bu aşkın?
Peki bunları düşünür mü yazarken?

Aşk sevene yazılır, terk edene değil.
Kendini tanıtan aşk kaşla göz arasında kaybolur aniden.
İki kalbe bırakır tohumlarını.
Hangisi sular ve canından öte tutarsa fidanı o sevdalanmıştır artık.
Hangi gönül büyütürse bin bir fedakárlıkla fidanı o sevgilidir işte.
Gerçek sevgilidir.
Hangisinin gözü karaysa o tutar sevda sancağını elinde.
Hangisi acıya dayanıklıysa o vefakárdır.
Hangisi terk edilme pahasına beklemedeyse odur saf sevdalı.
Bazen;
Giderayak tek kalbe bırakır tohumu aşk.
Tek bir kalp yanar sonsuza değin.
Karşı kalp bilmez, göremez, hissetmez sevildiğini.
Bu da aşkın acımasız yüzüdür.
Tavla da hep düşeş gelmez, işte böyle hep yek de gelir bazen...

Aşk nasıl yazılır?
Neresinden bakarsan bak üç harf ve tek hece.
Kim yazarsa yazsın,
Kim çekerse çeksin,
Kim güler kim ağlarsa ağlasın,
Kim...

Neyse;
Neresinden bakarsan bak üç harf...
Tek hecedir be!...
Aşk işte...


bana aşkın resmini çizebilir misin...?

e.
2007 yaz

3 Aralık 2008 Çarşamba

Dar salonun tek penceresi ardına kadar açık,
Havada yağmur bulutları hazır kıta,
İçeri doluşan karasinekler cirit atıyor.
Aç martıların damlarda yer bulma telaşları,
Sokaktan geçen karpuzcunun bet sesi,
Araya karışan tiz ve iç burkan cankurtaran sireni,
Mahalle çocuklarının futbol aşkı ve akabinde cam kırılma sesi,
Yelloz kadının çocukları kovalaması,
Mahalle delisinin kendini otomobillerin arasına park etmesi…
Dar salonun penceresinden sızan kesif votka kokusu karışıyor kışın ilk günlerindeki yaz havasına.
Araya sıkışan karanfil kokulu sigaranın dumanı etrafı yavaşça boğmaya başlıyor.
Kısık sesli ne idüğü belirsiz bir şarkı yükseliyor bu evden.
Sehpada yüz gram tuzlu leblebi,
İşin lüksü çikolata da votkaya yarenlik etmekte…
Oysa saat daha öğle on dört otuz,
Akşama çok var.
Ya ertesi güne?
Ona da çok var.
Hadi sağlığa…

e.
2008 kış