23 Ekim 2009 Cuma

bir mektup...

Eylül 1998
Selanik

Canım Kardeşim,

Selanik’ten kocaman merhaba…
Geçen mektubumda belirttiğim üzere burada yaşamak gerçekten de güzel.
Havasından mı, suyundan mı, yoksa bir tarafımın gâvur olmasından mıdır bilinmez ama garip bir rahatlık var üzerimde buradayken.
Günlerim her zaman ki gibi yazarak ve araştırarak geçiyor.
Sanıyorum kitabın araştırma safhası bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
Güzelim,
Mektubun gelir gelmez, her zaman olduğu üzere tüm benliğimi kocaman bir ürperti sardı.
Zarfı açmaya kıyamadım desem sanıyorum abartmış olmam.
İçinde yazılanları satır satır okuduğumda ise ruhumdaki mutluluğu anlatacak kelime bulamadığımı hissettim bir an.
Ancak ne var ki biraz hüzünlü ve iç burkan cümlelerinin fazlalığı beni derinden yaraladı gül yüzlüm.
Sesimi duymayı istemen, içinde bulunduğun çaresizliğin bana da sirayet etmesine neden oldu ve beni engin endişelere sevk etti.
Fakat nedir bu inadın, anlaşılır gibi değil.
Sana defalarca oturduğum evin telefon numarasını gönderdiğim halde bir türlü aramıyorsun.
Sitem değil bu yazdığım, sadece böylesine içlenmen içime işliyor ve elim kolum bağlanıyor, üzülüyorum şiddetlice.
Ama sen en doğrusunu bilirsin yine de, zorlamış durumuna düşmek istemem.
Aslına bakarsan; ben de senin sesini duymayı, şöyle adam gibi dertleşmeyi nasıl istiyorum bir bilsen.
Düşünüyorum da; benim yanımdasın, gözlerin gözlerimde, nefesin nefesimde…Herhalde bu saadeti benim kadar isteyemez ve düşleyemezsin kuzum.Bir önceki mektubumda yazmıştım sanıyorum ama yine yazacağım;Ben her zaman hazırım hüznüne ve çaresizliğine ortak olmaya, nefes aldığım sürece…
Bir ay sonra birkaç gün için Ada’ya geleceğim, Eğer sen de ister ve uygun görürsen bana bir kart göndermen yeterlidir.İnanıyorum ki senin için de bir değişiklik ve en önemlisi düşüncelerine yardımcı olacaktır bu seyahat.
Bir gün bile olsa iyi gelecektir, inan bana.Şöyle, seni Ada’nın her tarafını gezdiririm gündüz vakti, karış karış. Akşam olunca da kıyıdaki meyhaneye gideriz ve her ne istiyorsan dökersin içini.İstersen sus; öyle otur, ister gül, ister yaşlar süzülsün yanaklarından.Ama inan, iyi gelecektir sana derim ben.Senin için bir mani yok ise benim için hiç yoktur. Nasıl arzu edersen…Gelelim gönül fırtınalarına…Bana kalırsa bir yerlerde yanlış yapmaktan çok, fazlaca sınırlarda yürüyorsun.Yani detayların uç noktalarındasın.Erkeklerle ilişkilerde takıntılara yer yoktur canım,Keskin olmalısın, kati…Zira erkekler siz kadınlar gibi düşünmeyi beceremezler.Kadınlar daha hassastırlar ve ayrıntıya daha bir önem verirler.Erkekler hep "öfff" çüdür.Kendimden biliyorum.Ve bunun sonucunda da iki zıt kutup, yani erkekle kadın başlarlar tartışmaya, konuya göre de değişen tartışmadır bunlar…
Gülüm,Sanıyorum bir “aradan”, yani kısa bir ayrılıktan söz etmişsin beraberliğinizde.
Bu aranın anlamı nedir?Yani gözleri ne diyor bu arayı söylerken yavuklunun?Yüreği ne söylemeye çalışıyor?Peki, sen bunları iyice anlamaya çalışıp, süzdün mü gönül süzgecinde? Unutma ki çok zor bir dönemden geçiyor sevdiceğin,Sen de öyle elbet ama onun durumu; ateş düştüğü yeri yakar cinsinden gibi.
Bir hayli ağırca…Eğer bu ara kararlı bir ara ise fazla üstelememeni salık veririm.Ancak kontrolü de elden bırakma tabiî ki. Yani tartışılacak konulardan ve birbirinizi kıracak konulardan büyük bir titizlikle kaçınmalısın.Nedir, dediğim üzere kontrolü de elinde tutmalısın…Zaten bir önceki mektubunda yazmıştın;”O kendine göre huzur istiyor” diye,Ona biraz daha şans vermeli ve zaman tanımalısın.Velhasıl, kendine tanınandan bir fazlasını vermelisin ona.Yazdığım üzere, onun durumu hâlâ hassas.Ha, bunu yaparken de dikkatli olmalısın.Zira bu alışkanlığa dönüşmesin. Dozunu sen ayarlayacaksın elbette ki…
Hüzünlü Meleğim,Bana kalırsa kırgınlıklarını, karşı tarafça anlaşılmamayı biraz daha içinde sakla,bak bakalım dengeler nasıl olacak.Bak bakalım gerçekten ihtiyacı olduğu şey sakinlik mi gerçekten, Yoksa yalnızlık mı?Bana kalırsa biraz sabır.Biliyorum yapın itibariyle bazen sabırsız, hatta bazen tahammülsüz bile olabiliyorsun.Ama bunları biraz saklaman taviz değil bir gereklilik bence.Bu gereklilik kısa süreli kontroldür, yani beraberliğinin ne durumda olduğuna ve nereye gittiğine karşıdan bakmaktır. Acı bir ilaç ama yine de sabır.Böyle der bu naçiz sırdaşın…Nazlı Manolyam,
Yeni adresten de mektuplaşmanın tadına doyum olmuyor vallahi.Yazdığım üzere, bir ay sonra Ada’dayım. Güzel haberlerini bekleyeceğim.Sakın endişelenme, üzülme de.
Zira bu naçiz sırdaşın hep seninledir…

Görüşmek ümit ve temennisiyle,
Tüm kalbimle

Ben.

e.
(düzenleme) 2009 sonbahar

21 Ekim 2009 Çarşamba

Hava güneşe çalmış
Hafif bir rüzgâr esmekte
Etrafta kesif ot kokusu
ve ona eşlik eden toprak ana
Bir köşede kıyı
ve ona eşlik eden taze iyot kokusu
Mavi mi mavi
Kışkırtıcı
Özgürlüğe serserice davet mi davet
Gürültü yok
Hepsi şehrin içine hapsolmuş
Aman orada kalsın
Gün öğleyi öğütmek üzere
Kuşluk vakti muzipçe geliyor…
Alabildiğine büyük bir bahçe
Hatta çiftlik
Çevresi derme çatma tahta korkuluklarla örülü
Bir yanda tavukların “gıdaklamaları”
Diğer yanda ineklerin birbirleriyle dansları
Bunlara bağlı nefis tezek kokuları
Doğayla barışık
Çevre; erik, kiraz ve limon ağaçlarıyla örülü
Az ötede ıhlamur ve iğde…
Çevrede bir koşuşturmaca
Sevimli ve bir o kadar heyecanlı
Ortada uzunca bir masa
Halil İbrahim’in kıskanacağı tarzda
Masanın üzerinde kenarları işli
Yarı beyaz, yarı mavi, kalanı yeşil
Mis masa örtüsü
Onun üzerinde onlarca bardak
Kimi su bardağı, kimi rakı, kimi şarap kadehi
Beyaz tabaklar dizili
Yanlarında çatal, bıçaklar
Belli aralıklarla dizilmiş koca tabaklar içinde salata
Çoban
Bir kenarda ekmek kesen yaşlı kadın
Öte yanda mangala can vermek isteyen yaşlı adam
Duman bulutu yanmanın arefesini müjdeliyor
Yaşlı kadın, yaşlı adam son kez bakıyorlar birbirlerine
Yüzlerinde “tamamdır” ifadesi
Uzaktan gelen “cıvıltı” sesleri
Sonra diğer “cıvıltılar”
Sonra diğer…
Masa doldu, taştı
Tabaklar tıkabasa
Kadehler boş kalmıyor
Mangal tam gün mesaide
Her zaman olmayan buluşmalar bunlar
İş-güç derken…
Hayatın bir nefeslik olduğunun hatırlanması
Yüzlerde açan mutluluk çiçekleri
Geçmişin akla dahi gelmemesi
Geleceğin önemsizleşmesi
Ânı yaşamanın verdiği derin haz
Ailenin tekrar vücut bulması
Kalplerin ısınması
Çorak sevgilerin bereketlenmesi
ve
Yaşlı kadının udu’nu eline alması
Masa etrafındakilerin toparlanması
Kollarını birbirlerinin omuzlarına atması
Canlarının ondan ona geçmesi
Udun tellerinin titremesi
Genizlerde beliren aşina titreşimler
Yaşlı kadının taksimle açması perdeyi
Sonrasında hicazla devam etmesi
Tüm sesler yaşlı kadına eşlik ediyor şimdi
Kadehler çakırkeyfi çoktan çağırmış masaya
Isınan kalplerin hüzün yanı çıkıyor meydane
Hepsi birbirinden merdane
Gülücükler samimiyetin uçlarında
Sonrasında gelen nihavend
Hüznü süpürüyor
Taze ve titrek umudu taşıyor masaya
Gece saatin berduşluğuna aldırmadan ilerliyor
Rüzgâr poyraza vuruyor
Masa bir bir boşalıyor
Herkes büyükçe olan barakaya giriyor
Kâh divan, kâh koltuk, kâh yatak bekliyor orada
Kıvrılıyor herkes
Bir yandan yaşlı adam örtüyor üzerlerini
Diğer yandan yaşlı kadın
Yüzlerinde ulaşılmaz şefkat
Yüreklerinde tarifi mümkün olmayan sevgi
Karşılığı bulunmayan…
Başlarını okşuyorlar her birinin
Uyandırmaktan korkarcasına
Türlü tehlikelerden korurcasına…
Ana olmak
Baba olmak
Evlat olmak
Aile olmak
İnsan özlüyor
Çok özlüyor…

hadi ana… okşa saçlarımı ben uyurken…

e.
2009 özlem dolu sonbahar

20 Ekim 2009 Salı

Yalnızlığın güneşi vardır
Isıtmaz bir türlü
Rüzgârı vardır
Üşütmez, serinletmez
Bulutları vardır
Siyahtır her ne hikmetse
Yağmuru vardır
Islatmaz, bereketsizdir
Denizi vardır
Özgür değildir, delirmez
Kalabalığı vardır
Kupkuru
Sevdaları vardır
İhanet dolu
Gözleri vardır
Renksizdir, anlamsızdır
Şarkıları vardır
Notasız
Gülleri vardır
Kokusuz, renksiz
Dostluğu vardır
Kaypak
Yalnızlık
Külliyen yalandır yahu
Yalan…

e.
2009 sonbahar

19 Ekim 2009 Pazartesi

Genç dedi ki;
Aşkı yaşarım
Yaşarım göklerde
Rüzgârla savrulurum
Savrulurum berduşça…

Yaşlı dedi ki;
Yaşarım hâlâ aşkı
Yaşarım hafif meltemle
Hafif meltem eşliğinde süzerim
Süzerim berrak oluncaya kadar…

Genç dedi ki;
Bilirim çok şeyi
Çok şey benimdir çünkü
Döner dünya etrafımda
Etraf benimdir çünkü…

Yaşlı dedi ki;
Bilmeye çalışırım
Çalışmak bilmeyi getirir peşi sıra
Peşi sıra bilmek pişmeyi
Pişmek de yanmayı, acıtmadan…

Genç dedi ki;
Ölüm uzak bana
Eğilir önümde çaresizce
Çaresizce kaybolur
Kaybolur ölüm, ölür karşımda…

Yaşlı cevap verdi;
Ölüm yakınımda
Eğilirim önünde tevekkülle
O ise
Tevekkülle bin kez büyür karşımda
Büyür anbean…

bir varmış… bir yokmuşuz…

e.
2009 sonbahar

17 Ekim 2009 Cumartesi

Mevsim kışa bağlamış.
Yağmur sicim gibi yağıyor.
Hava soğukça.
Ben seni bekliyorum her zamanki çay bahçesinde.
Hani, İstanbul beyefendisi Rafet Bey’in salaş çay bahçesinde.
İnadına dışarıdaki tahta masada oturuyorum.
Etrafımı saran bir dolu ağaç yapraklarını kışa teslim etmiş çoktan.
Yerde tek bir yaprak dahi yok.
Yağmur olanca şiddetiyle dalların arasından süzülüp ıslatıyor beni.
Saçlarım ve omuzlarım sırılsıklam oldular bile.
İçerideki tek tük insanların bakışlarını hissediyorum.
“Delinin zoruna bak!” bakışları bunlar.
“Aldırma” diyorum kendime.
Çünkü
Ben seni...
Gözleri köpüklere çalan ela gözlümü, kurşun kalem gibi ince ve uzun kirpiklimi bekliyorum.
Geldiğin zaman o gözlerin beni ısıtacak ya, varsın biraz daha ıslanayım. Ne çıkar?
Hem bana daha çok bakar, daha çok ısıtırsın.
Acaba diyorum;
İçeride oturanlar, tüm bu düşüncelerimi tahmin ediyor mudur?
Nereden bilecekler ki?
Sen benimsin çünkü…
Demek ki, hiç sevenleri yok bu denli.
Hiç sevmemişler her zerreleri ıslanacak kadar.
Bu havada, “burası bizim yerimiz” deyip, oturmamışlar tahta masalarda.
Arkadaşlık etmemişler yapraksız ağaçlarla.
Demek ki senin gibi köpük köpük bakanı olmadı bu insanların.
Yoksa
Gözlerine bakan sevgi dolu gözlere sahip olsalardı beni fark etmezlerdi bile.
...
Nasıldın acaba görmeyeli?
Oysa daha dün konuşmuştuk.
Zaman nasıl da ilerliyor.
Sanki sesini bir hafta önce duymuş gibiyim.
Seni böyle düşünürken;
Rafet Bey geliyor yanıma.
Üzerindeki tertemiz gömleği ve ona uygun ütülü pantolonu, sinekkaydı tıraşı, kaytan bıyıkları ve de bembeyaz önlüğüyle.
Başıyla kendine has selamını veriyor.
Elimde olmadan yerimden hafif kalkıp bu selama karşılık veriyorum
ve
“Bir çay Rafet Bey” diyorum.
Her zamanki sakin ve vakur haliyle onaylıyor ve yanımdan ayrılıyor.
Sonra yine sen.
...
Ah! Geldin işte.
Hoş geldin.
Hemen öpüyorsun beni.
Ardından, çantandan çıkardığın mendille yanağımdan süzülen yağmur damlalarının izlerini silmeye başlıyorsun.
Her zamanki gibi naziksin.
Sanki kırılası muhtemel bir vazonun tozunu alır gibisin.
Şikâyetim yok.
Bir yandan da o sevgi dolu gözlerini gözlerime kilitliyorsun.
Yüzümün her kıvrımını kurulayan elini tutuyorum.
Elin elimde beraberce devam ediyoruz.
Hiç ama hiç tereddüt etmeden oturdun masaya.
Ne havanın soğukluğundan dem vurdun, ne de yağmurun asice yağmasından.
Sessizce oturdun.
Sen oturunca tam tepemizdeki ağaca bir ispinoz kondu.
Selâmladı bizi ötüşüyle.
Etraftaki boş masalar da bizi seyrediyor, gıptayla.
Belki de oturduğumuz bu masayı kıskanıyorlardır.
Veya bizizdir bu hayretli bakışların nedeni…
Gözlerim Rafet Bey’i ararken içerideki bakışların hayretlerinin artarak bize yöneldiğini görüyorum.
Umursamıyorum.
Köpük gözlüme dönüyorum tekrar.
Aradan ne kadar geçti hatırlamıyorum;
Bir bakıyorum yandaki masaya bir çift sevgili yerleşmiş.
Sonra diğerine, sonra bir diğerine…
İşte şimdi oldu.
İçerisi bomboş.
Dışarısı dopdolu.
Kışı ısıtmak,
Tahta masaları canlandırmak için herkes dışarıda.
Rafet Bey bile başka servis yapar oldu.
Daha bir istekle, daha bir memnuniyetle.
Herkes kendi halinde yaşamakta sevgilerini…
Sense karşımda konuşmaktasın, bıcır bıcır.
Her cümlenden sonra parantez açıyor ve kapatıyorsun.
Unutmuyorsun söyleyeceklerini.
Birbiri ardına sıralıyorsun hüznünü, neşeni.
Araya girmeye korkuyorum, bu ahenk bozulsun istemiyorum.
Sadece dinliyorum.
Daha seni tanıyalı ne kadar oldu ki?
Sanki kırk yıldır benimsin.
Sanki kırk yıldır seninim.
O kadar yakınsın kalbime.

Çaylar geldi.
Yudum sesleri var artık yağmur yerine.
Bir çay, iki çay derken
Hava kararmaya yüz tutuyor.
Bu gitme vaktinin ikazı adeta.
Toparlanıyor sevgililer.
Toparlanıyoruz, seninle ben.
Bir dahaki kışa kadar…

bir varız bir yokuz… hayırlısı…

e.
2009 sonbahar
Sormuyor zaman
Nefesimi tüketirken
Ömrümü çalarken
Seni benden beni senden
kopartırken
Sormuyor…

e.
2009 sonbahar

16 Ekim 2009 Cuma

Bir prova daha bitti işte.
Sıra geldi eve gitmeye, yoksa eve gitmeyip bir şeyler mi içmeli
Ertesi gün erken kalkılacak, en iyisi evin yolunu tutmalı.
Hiç de gidesim yok eve.
Kim bekliyor ki?
Sahi, ne kadar uzun zaman oldu yolum gözlenmeyeli?
Oysa öyle miydi?..
Böyle olmayacak; en iyisi bir yere gitmeli demlenmeli, yine uyuşma zamanı geldi, vakit kaybetmemeli.
Zira rahat yok bu gece.
Fazla kaçırmamalı, ertesi gün yine prova var.
Kolay değil on, on beş gün sonra oyun çıkacak, gala olacak, sezonun yeni oyunu. Çok iyi hazırlanmalı, bunun için de dinç bir kafa ve beden gerek, sigarayı da azaltmak en iyisi çünkü oyunda hareket had safhada, yorulmamak gerek, göğüs şişmemeli, seyirciler nefes nefese olduğunu görmemeli, diyaframa çok iş düşecek yine, Allah vere de ihanet etmese.
Kaç lira var cepte? Bir bakmalı, evet yeter, bir dublelik metelik var.
Of! Evde dağ gibi bekleyen faturalar da var.
Elektriği, suyu, telefonu…
Bir de geçmiş dönemin başka borçlarını da eklersek nasıl kalkılacak bunların altından.
Oyunculuktan kazanılan da yetmiyor ki doyurmuyor ki karnı birader.
Hani öyle de boktan bir durum var ki, başka iş de yapamaz bizim gibiler, ne bir memuriyet, ne de bir işçilik… Hadi bakalım çık işin içinden çıkabilirsen.
En iyisi eve gitmek, dertlerin içine ne kadar çabuk girilirse o kadar iyi.
Bu sefer de uyuşmayalım.
Hem sonra role daha da vermeli kendini.
Aslında fena bir rol değil hani, kaç yıl oldu saymayalı ilk kez baba bir rol kapıldı değerlendirmek gerek, iyice okunduğunda kişiliğe ters bir rol, tam isabet, zira ters roller en güzelidir daha bir içten oynanır daha bir dikkat verilir.
Bu rol yükseğe çıkaracak beni kesin, tüm yılların acısını çıkartacak.
Belki ödül falan da gelir.
Göz yok ödülde mödülde ama olsa da fena olmaz be!
Yılların içimden kopartıp aldıklarına nazire yaparım o zaman;
Oh! Çatla patla misali.
Galada kimler yokmuş ki, tüm duayenler gelecekmiş.
Ulan, bu yaşa geldim hala titrer dizlerim, durmaz derin nefesim ta ki perde açılıp o insan güruhuna kavuşuncaya değin, sonrası bitti gitti, ben başka biri olup çıkıveririm; tıpkı musluğu açıp işini görüp ve kapatıncaya değin, bu zaman içinde gürül gürül akar, kapanınca yine durulur yalnızlığıma dönerim.
Ben yine ben olurum kimseler bilmeden.

Eve gelmişim bile, anahtarı bulmalı şimdi, hangi cehenneme soktuysam.
Bugün bir değişiklik yapmıştım sahi, arka cebime koymuştum,.
Evet, burada işte
Ya sahnede “trak” geliverirse?
Ya bir buz kalıbı gibi kalırsam unutursam repliğimi, karşımdaki oyuncu da anlamazsa?
Eyvah! Neler olur o zaman?
Kırk yılda bir sefer şans geldi onu da tepersem yuh olsun bana.
Unutmam canım, bu zamana kadar böyle bir şey oldu mu ki?
Oldu elbet ama hiç renk vermedim üstesinden gelebildim, yine öyle olur. Unutmalı bu düşünceleri, sanki yeniyetmeyim…
Hay Allah!
Kaç kere kilitledimdi bu kapıyı?
Aman bendeki de lâf, ardına kadar açık olsa ne yazar?
Ne var ki içeride, hani biri girse, üç beş bir şeyler o atar masaya sonra da hemen gider.
Oh! İnsanın evi gibi yok, yok ama bu sorunlar ne zaman bitecek?
Ne zaman fatura kutusuna bakarken korkmayacağım?
Odun kömür de almalı kış geldi bile, donmayalım soğuktan, hoş zaten bizim gibiler ya donarak ya da açlıktan ölürler, günün birinde evden bir koku yayılır, haber verir konu komşu ve belediye gelir, nihayetinde kokmuş cesedini kimsesizler mezarlığına atıverirler.
İşte, bu kadar basit…
Ne olursa olsun şu oyunda aklım, ezber bitti, bu gece de şöyle bir cila çekerim, eyvallah, al sana oyunun bir karakteri çıktı ortaya.
Aslında masa başında iyi çalıştım, iyi tahlil ettim karakteri.
Sonra iyi ki varsın boy aynam, sen olmasan ben ne yapardım, nasıl görürdüm mimiklerimi jestlerimi.
Bakalım diğer oyuncular nasıl gelecekler yarınki provaya?..
Oo! Saate bak yarın değil bugün olmuş çoktan, bense hâlâ oyunla beraberim, şimdi bir de rüyamda gördüm mü tamamdır…
Pijamaların da hepsi kirlenmiş, nasıl da unuttum yıkamayı.
Ne yapalım çekeceğiz cezamızı yatarım donla olur biter, kim görecek ki.
Bir iki lokma bir şey atıştırayım yatmadan, huyum kurusun çenem hiç durmaz mutlaka bir şeyler yemeliyim yatmak üzereyken.
Dolaba bakmalı.
Hiçbir şey kalmamış, olsun para gelecek nasıl olsa oyundan sonra, o zaman doldururum dolabı ağzına kadar.
Eh, madem bir şey yok yatmalı, yarına Allah kerim der eskiler; tıpkı öyle, yeni gün neler getirip neler götürmez ki?
Saati kurmalı, erken kalkmalı ve dışarıdan bir simit yeter kahvaltı için, sonraya bakarız artık.
Hadi Allah rahatlık vere.
...
Tak tak tak!
—Ses yok Amirim, kapıyı kıralım mı? Çok kötü bir koku geliyor içeriden?
—Kırın bakalım.
—Emredersiniz amirim!..

tak tak tak…umut... orada mısın?..

e.
2009 sonbahar

15 Ekim 2009 Perşembe

Bir tek sen unutma beni…
Kim unutursa unutsun bir tek sen unutma beni.
Gün gelecek herkes teneke çalacak ardımdan.
Belki, bir işe yaramamıştı,
Ne istediğini bilmiyordu diyecekler.
Belki, bir belediye gömecek beni kimsesizler mezarlığına.
Olsun.
Yine de sen unutma beni…
Kimseleri sevemedim anamdan gayrı,
Derken
Sen çıktın bir gün karşıma.
Seni sevdim anama çaktırmadan,
Hayata meydan okurcasına
ve
İmkânsızlığa diklenircesine.
Seninle paylaştım,
Seninle bencilleştim,
Seninle seviştim.
Hayal de olsa tüm bunlar,
Ben seni gerçekte çok sevdim.
İşte, bu yüzden;
Kim unutursa unutsun,
Bir tek sen unutma beni...

e.
2009 sonbahar

14 Ekim 2009 Çarşamba

Bir çocuk annesinin elinden tutmuş,
sıkı sıkı…
Aslında anacığı tutmuş
sıkı sıkı…
Kızıl mı kızıl saçları,
kısacık kesilmiş.
Küçücük kolları var.
Bacakları çelimsiz.
Annesinin elini bırakıyor bir an,
sendeler gibi oluyor.
Nedir, duruyor ayakta yine de.
Arkadaşı Ahmet, Mehmet oluyor o an.
Onlar gibi özgür.
Onlar gibi şen.
Titriyor o küçük elleri,
çelimsiz bacakları yorgun.
Olsun,
önce sağ sonra sol.
Bak, yürüdü işte.
Önüne plastik bir top geliyor.
Nasıl vuruyordu Ahmet?
Sadece düşlüyor şimdilik, yüzündeki azim pırıltısıyla…
Sonra, Mehmet bir koşu geçiveriyor önünden.
Sendeliyor, ne var ki düşmüyor.
Gülümsüyor burukça geçip gidene, şimdilik…
Anacığı geliyor hemen yanına,
uzatıyor elini.
Tutmak istemiyor çocuk,
mücadelesi ayakta kalmak tek başına…
Ana yüreği,
yapışıyor her şeye rağmen o küçük koluna,
sıkı sıkı…
Adamın birine tosluyorum,
çocuğa bakarken.
Düşüyorum paldır küldür!
Çocuk bana bakıyor,
gülüyor halime.
Ben de gülüyorum ve seviniyorum,
mutluyum.
O galip geldi diye…

Fındıkzade’deki küçüğe…

e.
2009 bahar

13 Ekim 2009 Salı

“Seninle yaşamak için geldim” dediğinde
mıhlandım Arnavut kaldırımına
Kulaklarım sağır, dilim lal oldu
Köpük gözlerine vuruldum
Aşkına kapılıp kayboldum
Yolumu, izimi kaybettim ben
Kalp sözlüğüne yeni yeni kelimeler eklenir oldu
Hepsinin başında
Hep sen
Hep sen
Yine sen…

e.
2009 sonbahar

12 Ekim 2009 Pazartesi

Bu aralar
Sigaramı rüzgâr içiyor
Üstelik Filtresiz
Gözyaşlarımı rakı niyetine yudumluyor
Üstelik Mezesiz
Dalgaların sesi ise melodik gelmiyor kulağa
Üstelik Köpüksüz
Çakıllar gündüzleri parlamıyor
Geceleri elmas olmuyor
Üzerinde sevişmeler de tatlı bir hayalden öteye gitmiyor artık
Of!
Yüreğime ne çok ara yüklenmiş
Peki ya
Sen neredesin?...

e.
2009 sonbahar

10 Ekim 2009 Cumartesi

Her gece yastığa başımı koyduğumda
Gelir yerleşirsin özlem yanıma
Gönül esip gürler aniden
Asileşir
Yakmak ister tüm gemileri
Yıkası gelir tüm limanları
Koşarcasına yanına gelmek için
Koca engelleri düz edip
Yolları tozu dumana kattığında…
İşte o an
Kalbim düşer geceye
Ümidin mihmandarlığında…

e.
2009 sonbahar

9 Ekim 2009 Cuma

Yarın elimde bavulum, çıkacağım evden
Yolumu senin tarafa düşüreceğim ister istemez
Ümidim, evde olmandır
Telefon falan etmek istemiyorum
Şimdi kendini mecbur hissedersin falan
Lüzumu yok
Acı bir kahveni içmeyeli çok oldu, çok
Eh, kahven yoksa bir bardak su da yeter
Maksadın ilki seni görmek, diğeri kısa bir veda
Kısa ama keskin
Aslına bakarsan sessiz sedasız gidecektim
Ne gerek var şimdi vedaya
Adı üzerinde; veda
Yolculuğun geriye dönüşü olmayanından
Bir gittin mi pir olanından

Gece pencerem açık, yatağımda yatarken
Ellerim başımın arkasında kenetli
Gözlerim tavana dikili
Sana veda etmiştim bile
Ama ne olduysa o açık pencereden oldu
Dışarıdan gelen tekdüze ancak ritmik melodi
Çocukluk yıllarımın sessizlik şarkısı
Bağ bostan’ın şen şakrak türkücüleri
Yeşil katili beton yığınları arasından inadına gelen bu ses
Hâlâ hayatın kocaman bir yanının taze olduğunu haykırır gibiydi
Cırcır böcekleri…
Beni adeta aldı götürdü
Veda ve cırcır böcekleri
Hemen bir bütün oluverdiler
O an dedim ki;
Tamamdır, yarın sendeyim
Eğer bir “eyvallah” demeden gitseydim
Hep aklımda olacaktın
Hep bir düğüm takılacaktı elime ömür boyu
Cırcır böceklerinin her türküsünde sen olacaktın yüreğimde
Her açık pencere seni bekleyecekti
Yatağımda ellerim başımın ardına kenetlendiğinde
Uyuyamayacaktım sensizlikten
Çünkü aklım ve kalbim hep o güne takılacaktı
Veda gününe

Gözlerim kapanmak üzere
İçimde tatlı bir huzur
Gönlümde hafif esintili aşkın
Pencerem hâlâ açık
Cırcır türküsü ise aynı hızla devam ediyor
Kararlıyım,
Aramadan geleceğim kapına elimde bavulla
Sırtımda kırçıllı gömleğim
Altımda eskimiş kot
Yüzümde on günlük sakal
Bir de kara güneş gözlüğü
Sakal işin bahanesi
Gözlük daha da beter bahane
Hüzün anlaşılsın istemem
Olur da gözler yaşarır
Yüzüm düşer
Mesele saklanmak
Evdeysen
İsterim ki dilinde mavi sevda türküsüyle karşıla beni
Kapının ardında ben olduğumu bilmeden
Her zamanki gibi sadece gözlerime bak
Her zamanki gibi beni ben olduğum için kucakla
Her zamanki gibi öp, tutkuyla
Bavulumu görme
Görüp de soru sorma
Hatta hiç konuşma
Kısa olsun veda
Yürek burkulmadan
Burun direği sızlamadan
Kahveye de gerek yok
Şöyle kapıdan görsem yeter
Bakma sakın yüzüme sitemkârca
Bende yok kabahat
Belki inanmayacaksın
Tek suçlu cırcır böcekleri
Diyeceğim ama
Ya inanmazsan?...

dur kapatma kapıyı… biliyordum inanmayacağını…

e.
2009 sonbahar

8 Ekim 2009 Perşembe

Gece olduğunda kendimle olma vakti gelir.
Dört duvar büyük bir ayinle bana hazırlanır.
Gönlümü hoş tutmak istercesine,
nazik davranmaya özen gösterircesine tüm sevimliliğini takınır.
Bense sunakta beklerim.

Oysa sahtedir tüm bunlar,
kandırmacadır.
Sadece kendini düşünür gece,
kendi yalnız kalmak istemediğindendir bu göz boyamacılık.
Çaktırmadan, kaşla göz arasında sana yükler bütün vebali.
Kıs kıs güler senin bu hallerine, ardından teneke çalar.
Bir gece anan gelir hatırına,
bakarsın duvardaki fotoğrafına ve içlenirsin,
hem de durup dururken.
Başka gece ihanet sahipleri,
Diğer gece, eti kemiğinden sıyrılmış dostlar…
Sonra,
Sonra, yazıya vurursun kendini.
Benliğin kaybolmuşçasına hoyratça basarsın klavyenin tuşlarına.
Ne beynini düşünürsün,
ne belindeki amansız ağrıları
ne de parmaklarındaki kasılmaları.
Yazdıkça daha çok yazarsın,
hiç bitmeyecekmiş gibi.
Hüzünlüdür yazdığın her kelime,
Melankoli yumağıdır her bir öykün,
Ağlar tüm cümleler.
Noktalar ve virgüller küser birbirine.
Tam bir keşmekeş…
Hiçbiri dindirmez yüreğindeki burukluğu, çaresizliği.
Habire geceyle halvet olursun.
Ruhun ve gönlün uyuşmuş bir şekilde yaşamaya çalışırsın.
ve
Ayin başlar
ve
Sen sunakta Beklersin
Beklersi…
Beklers…
Bekler…
Bekle…
Bekl…
Bek…
Be…
B…
………….

çok ama çok beklersin…

e.
2009 sonbahar

7 Ekim 2009 Çarşamba

Keder, hüzün ve coşku,
Biraz rakı, biraz peynir, biraz da kavun,
Oldu mu sana gönül köşkü.
Dumanı tütüyor, çorbası kaynıyor yuvanın,
Hele bir de tatlı muhabbet,
Oldu mu sana dünyada cennet mekân…

e.
2009 sonbahar

6 Ekim 2009 Salı

Miskin bir günümdeyim.
İşlerim erken bitti bugün.
Eve gidesim yok zira evde başkaları var.
Oldum olası sevemedim evimde insanımdan başkası olmasını.
İster akrabam olsun, ister dostum, havamda değilsem istemem evime gelmelerini. Batar bana.
Ben o gün yalnızlığı seçmişimdir kendimce.
Planlar bozulunca ben de bozulurum.
Ne kadar da kötü bir durum…
İşte böyle bir gün ve eve gelenler bana yine batmalarda.
Eve gidesim yok.
İçim hassas bir kaç zamandır.
Böyle durumlarda korumasızım sanki.
Sanki bir şeye ihtiyaç duyar olurum.
Mesela bir insana…
Bu insan başka bir şey olmalı.
Ne bileyim tecrübeli, ne dediğini bilen.
Bana, yolun şudur daha dikkatli yürü diyen.
Kafamda bu sorularla yürümelerdeyken birden aklıma biri geliveriyor.
Babam...
Hayatta kalan tek çınar ve bana yol gösterecek insan.
Oysa yıllarca ne o beni anlayabilmişti ne de ben onu.
Her ne kadar duygularını gösteremeyip etraftan ve benden duygusuz damgasını yemiş olsa da galiba yıllar onu tanımam için adeta bana ders vermelerde.
Yaşım ilerleyip orta yaşa sıkı sıkıya tutunduğum bu yıllarda babamın bana neler demek istediğini ve isteyeceğini daha başka bir gözle görmelerdeyim.
Bazen kafamın içi dolup benden daha hızlı ilerlediği zamanlarda ve benim onu yakalamak istediğimde yakın dostum rakıyla haşır neşir olup kendimden geçtiğimde babama koşasım gelir.
Ne bileyim, geçen boş yılların hesabını sormak için belki.
Belki de neden kendini her şeye feda ettiğinin hesabını sormak için.
Belki de tek tutunacağım çınar olarak onu gördüğümdendir.
Telefona sarılıyorum. Yolda yürüyor ve bir yandan numarasını çevirmek için çırpınıyorum. Çırpınıyorum zira numarasını unutmuşum.
Yuh be! İnsan telefon hafızasına alır...
Unutulur mu yahu?
Aklıma geliyor, kaçmadan hemen tuşluyorum.
Elli kere çalıyor “bip” sesi.
Eh be baba! Aç artık şu telefonu. Kesin nereden geliyor bu ses diye aranıyordur etrafta.
Hah açtı şükür.
“Baba nasılsın geç açtın telefonunu müsait değil misin?”
“Müsaidim tam ders anlatıyordum nereden geliyor bu ses dedim, meğer benim telefonummuş.”
“!”
“Baba, evde akrabalar var, akşama kadar senin eve gidebilir miyim? Uyurum falan.”
“Tabi gidebilirsin, evin anahtarı var değil mi sende?”
“Evet var.”
“Oldu, o halde ben de bir iki saat sonra gelirim. Bak masanın üzerinde meyve kuruyemiş var, ye onlardan.”
“Tamam baba canım isterse atıştırırım. Eyvallah”
“Eyvallah”
Seviniyorum.
En azından kafa bulanınca sakinleşmek için sakin bir kapının varlığı huzurlu hissetmemi sağlıyor anlık olsa da.
Çocukluğum geçtiği mahalleye geliyorum…
O an dönesim geliyor geriye.
Çok mutlu geçen çocukluğum ve ona eşlik eden mahalle yüzümde patlayan bir tokat gibi geliyor.
Geçmişte yaşanan mutluluk ve sevgiler bir zaman gelip senin bugünkü mutsuzluğunla çakıştığında yüreğini kanatıveriyor.
Sokak kapısı önündeyim…
Hani arkadaşlarımla ay çekirdeklerini büyük bir iştahla çıtladığımız mermer eşik.
Hâlâ aynı.
Biraz aşağı mı çökmüş ne?
Yok canım, şimdiki boyumla o zamanki boy bir mi?

Ya en üst kata büyük bir süratle çıktığım merdiven sürüsü?
Tam beş kat.
Vay anam vay… Nasıl da çıkıyormuşum, arı gibi.
Bu merdivenler de daralmış mı, yoksa bana mı öyle geliyor?
Nihayet daire kapısının önündeyim.
Kapıyı hızlıca açıyorum, bir an evvel atmak istiyorum kendimi içeri.
Hâlbuki bir zamanlar zile basmak ne kadar da keyif vericiydi anahtarım elimde olduğu halde. Bilirdim evde bir ruh, bir soluk olduğunu ve kapının ikinci defa zile basmadan ardına kadar güler bir yüzle açılacağını.
Şimdi bu ev, ruhu olmayıp soluğu yarım olsa da rahatlamak için ideal bir korunak gibi.
Kokusunu içime çekiyorum evin
ayakkabılarımı ayakkabılığa yerleştirirken.
Hayır, kesinlikle hayır, o koku da kalmamış. Bu kez yanılmıyorum.
Ceketimi, terden sırılsıklam olmuş gömleğimi ve pantolonumu çıkarıyorum etrafa bakarak.
Fanilamı çıkartıp arka odaya doğru gidiyorum
Babamın bir fanilasını üzerime almak için yatak odasındayım.
Aynı karyola duruyor.
Anne ve babamın karyolası…
Şimdilerde buzdan bir yatak sanki
Hiçbir özelliği kalmamış.
Otel odasından farksız bir yatak odası…
Yat ve sabah olunca olanca hızınla terk et.
Yalnız; babam bir değişiklik yapmış, inanılmaz bir tertip içinde toplamış yatağı. Hatta üzerine yatak örtüsü bile örtmüş. Sanki yıllara meydan okurcasına ve ben daha ölmedim hâlâ yaşıyor ve o günleri yaşatıyorum dercesine.
Eyvallah be baba, duygulandırdın beni, hiç tahmin etmezdim bunu.

Çocukluk ve gençliğimin ilk yıllarının geçtiği odama yöneliyorum…
Orada da ruh çoktan gitmiş yerinde yelleri bırakarak.
Ben geldiğim halde yeller yerinden kıpırdamıyor.
İş işten çoktan geçmiş.
Nefesimi daha bir derin çektim, o günlerin havası girecekmiş gibi ciğerlerime.
On beş, yirmi sene önce tam şurada ilk defa bir kızı öpmüştüm. İlk öpüşme ilk heyecan.
Ne kadar da tuhaf oldu içim, sanki yaşıyorum o güneşli yaz öğlenini. Yok, yok, vallahi ileri gitmemiştik. O zamanlar şimdiler gibi değildi elbet. Öpmek en güzel gençlik kaçamağıydı.
Yeterdi bu kadarı.

Küçük koridor mutfağa götürüyor beni…
Anamın mutfağı… Kutsal mabedi…
Bizi doyurmak için çırpındığı ve bir o kadar da inanılmaz lezzetlerin meydana geldiği vazgeçilmez durak.
Tahta dolap kapağının kapanırken ve açılırken mıknatısın çıkardığı “tak” sesi hala duyuluyor muydu acaba?
Deniyorum; açıyorum kapağı.
Evet, bu ses “tak”.
Hâlâ hoş geliyor kulağa.
Dolabın içindeki bardak düzeni yirmi sene öncesinin düzenini korumakta…
Çikletimi her zaman hepsi birer asker nizamı sıralanmış ve ters olarak kapaklanmış su bardaklardan önden ikinci sırasında bulunanın dibine yapıştırırdım.
Ne güzeldi…
Lavabonun olduğu setin renkli taşları hâlâ yerinde
Ama onlar da mahzunlar.
Anlaşılan onların da yüzüne bakan yok artık.

Sonra banyoya geçiyorum…
Anamın beni yıkarken bağırıp çağırdığım banyo.
Suyu öyle sıcak ayarlardı ki, maşrapa ile üzerime dökerken yer yerinden oynardı bağrışlarımla, sanki derim yüzülüyor gibi olurdu.
O bağırışlar yankılanıyor fayanslardan. Duyar gibiyim.
Şimdilerde babamın atölyeyi andıran evindeki bir ambara dönüşmüş.
Hoşuma gitmedi elbet.

Ah! Tuvalet…
Nasıl unuturum alaturka tuvaletimi.
Tüm çocukluk ve gençliğimin alaturkası…
Öldür Allah alafrangayı kullanamazdım, ta ki büyüyünceye değin.
İnsan buna da alışıyormuş meğer.

Ve salon…
Çocukluğumda bir baştan bir başa koşarken nefes nefese kaldığım fazla büyük olmayan salon.
O zamanlar yeni çıkmış olan duvardan duvara halıyı kaplattığımız salon.
Bana piyasaya yeni çıkmış olan düldül bisikletimin alınması ve halıları boydan boya tekerlek izi içinde bırakmam, fakat azar işitmediğim salon.
Babamın işi gereği evde fazlaca bulunan mukavvalarla her yana yayılıp oynadığım salon.
Ailece yemekler yediğimiz salon.
Ve anacığımı sonsuzluğa uğurladığım salon...
İçinde bu kadar fazla şey barındıran ve şimdilerde bir o kadar küsmüş ruhunu kaybetmiş salonuma bakıyorum kesif bir hüzünle…

Ne kadar bakarsam bakayım barışmayacak bu ihtiyar daire benimle her ne kadar kırgın olmasak da.
Ama yine de güzel dertleştik bugün.
Kâh ağladık, kâh güldük.
Şöyle, bir devr-i âlem yapıverdik sessizce.
Kim olursa olsun böyle parlatmaları yapmalı bazen.
Kendine ayırmalı hüznün kaymağını.
Geçmişi keyiflice anmalı.
Konuşmalı kendi kendine.
Deli derlermiş.
Desinler.
Her zaman delirmiyoruz ya, bir gün de sen deli ol ne olur?

Ne kadar ihtiyacım varmış hafızamı parlatıp ağlayıp gülmeye...
Demek babama ihtiyacım olduğu kadar yaşadığı yere de ihtiyaç duyuyormuşum.
Hatta bu asırlık ev tüm miskinliğimi aldı bile.
Eyvallah ihtiyar.
“Din dong”
Kapı çalıyor.
Babamdır herhalde.
O da kapının açılmasını istiyor bir ruh ve güler yüzle.
Anahtarını kullanmıyor…

hüzünler asla ihtiyarlamıyor…

e.
2009 sonbahar

5 Ekim 2009 Pazartesi

Hüzünlü yüzler
Ağlamaklı gözler
Kalbin dayanamadığı anlar...
Alınan bir haber
Kötü, çirkin
iyi, güzel
ve
Gözlerde beliren yaşlar...
Ağlamaklı olur o güzelim yüzler
Kimi hüngür hüngür
kimi içli içli
Hıçkırıklar boğazda düğümlenircesine keskin…
Mavi bir göz, su buğusuna dönüşür aniden
Parlasa da fark edilmez
Yeşil de öyle, kahve de, kara da
Fark edilmez
Sadece gözyaşı rengi hâkim olur gözlerde
Bilinmeyen
dile gelmeyen bir renk...
Gönül yarasında
kara kara akar
Hasrette
gri gri
Küskünlükte
limoni
Kavuşmada
ak ak
Vuslatta ise
deniz mavisi…
Böyle olur gözyaşının rengi
Böyle akar yaşlar gözlerden
Böyle ağlamaklı olur yüzler
Akabinde
Temiz bir mendil
Biraz ıslanan yanak
ve
Hayli gönül yorgunluğu
O kadar...

yürek yağmurudur gözyaşı... temizliktir...

e.
2009 sonbahar

4 Ekim 2009 Pazar

Sonsuz bir yolculuğun mahkûmudur kaçanla kovalayan
Kim haklı
Kim haksız
Bilinmez
Kaçana sorarsan
Ya aşkın tanımsızlığından dem vurur
Ya da sevginin anlamsızlığından
Ya bir yürekte çok sevgiyi barındırır
Ya da hayat bez bebek gibidir
oynar ve sıkılınca fırlatıp atar bir köşeye…
Kovalayana sorarsan
Aşk sevginin kökleridir
Sevgi kutsiyetinin temelini atar aşk
Bir yürek ömrün sonuna kadar tek bir yürekle atar
Tek nefes, tek hayat, tek rüyadır sevgi
Oyun değildir, asla
Yürek işidir aşk
İnsan işidir...
Kısacası
Kaçan kovalanacaktır sonsuza kadar
Bitmeyecektir bu cebelleşme
Ta ki aşk, tek yürekte atmasını öğrenene kadar...

kaçan karakış bulutu… kovalayan baharın gurup vakti…

e.
2009 sonbahar

3 Ekim 2009 Cumartesi

Saçlarıma düşen akların vebali
Kalbimdeki koca sevginin katili
Tüm ihanet ve zalimliğin mimarı
senken
Seni düşünmenin bir âlemi yok gülüm...
Bak
Uykusuzluğa diklenen
Kahve
Anıları tatlandıran
Şarkılar
Sevdamı küllendiren
Şiirler
Bir de bunların kaymağı gece varken
Seni beklemenin bir âlemi yok be gülüm
Yok…

e.
2009 sonbahar

1 Ekim 2009 Perşembe

Bir telvin halindeyim
Halindeyim ama
Olamıyorum
Kapının önünde dikilmiş duruyorum
Kâh içi geçmiş, kâh kazık gibi
Oysa eşiğe kadar gelmişken
Kapı aralığından ışığı görmüşken
Varlığımı çomaklamışken
Neden bu atalet
Neden bu korku
Hâlbuki arınmanın verdiği hazzı
iliklerime kadar hissediyorum
Bedenden vazgeçmişim
Ruhu azgın bir yabani at misali
ehlileştirmenin emeklemelerindeyim
Med-cezirler her an içimde
Bir gün karaysam, öte gün ak
Bir gün keman diğer gün gırnata
Ruhum yalnızlığa vurgun
Ben gemi çektikçe
o bir daldan ötekine koşmak için can atıyor
Günle gece birbirini tamamlamak için çırpınıyor
Kalbim yerinden çıkacak sanki
Aynaya koşuyorum
Aynadaki ben ben değilim
Hiç olmadım ki zaten
Korktu o ben hep
Suretimden korktu
Korktu dışarı çıkmaya
Esasen gerçek oydu
Beni ben yapan ruh…

Bir mağaraya girmiş ruhum
ebedi bir erbain yaşamak üzere
Bense hâlâ telvin olmak için yanıp tutuşuyorum
Ah, ne ahmaklık
Yıllardır yuvarlanırken bu acun’da
Bedenim esir almış ruhumu her adımımda
Aymak gerek, aymak
Kapının önündeyim işte
Bedeni bir kenara atma vaktidir vakit
Hızlı bir titreyiş
Kalbe dolan huzur
ve
Kapıya yöneliş
Kimseler bilmeden, görmeden
Kendinle tanışmak
Sonsuz bir tanış
Sonsuz bir farkındalık
Tanrıya olan sonsuz yakınlık
ve
Gerçek vuslata varış…

boyanmak… arınmak… arınmak… arınmak…

e.
2009 sonbahar