17 Ekim 2009 Cumartesi

Mevsim kışa bağlamış.
Yağmur sicim gibi yağıyor.
Hava soğukça.
Ben seni bekliyorum her zamanki çay bahçesinde.
Hani, İstanbul beyefendisi Rafet Bey’in salaş çay bahçesinde.
İnadına dışarıdaki tahta masada oturuyorum.
Etrafımı saran bir dolu ağaç yapraklarını kışa teslim etmiş çoktan.
Yerde tek bir yaprak dahi yok.
Yağmur olanca şiddetiyle dalların arasından süzülüp ıslatıyor beni.
Saçlarım ve omuzlarım sırılsıklam oldular bile.
İçerideki tek tük insanların bakışlarını hissediyorum.
“Delinin zoruna bak!” bakışları bunlar.
“Aldırma” diyorum kendime.
Çünkü
Ben seni...
Gözleri köpüklere çalan ela gözlümü, kurşun kalem gibi ince ve uzun kirpiklimi bekliyorum.
Geldiğin zaman o gözlerin beni ısıtacak ya, varsın biraz daha ıslanayım. Ne çıkar?
Hem bana daha çok bakar, daha çok ısıtırsın.
Acaba diyorum;
İçeride oturanlar, tüm bu düşüncelerimi tahmin ediyor mudur?
Nereden bilecekler ki?
Sen benimsin çünkü…
Demek ki, hiç sevenleri yok bu denli.
Hiç sevmemişler her zerreleri ıslanacak kadar.
Bu havada, “burası bizim yerimiz” deyip, oturmamışlar tahta masalarda.
Arkadaşlık etmemişler yapraksız ağaçlarla.
Demek ki senin gibi köpük köpük bakanı olmadı bu insanların.
Yoksa
Gözlerine bakan sevgi dolu gözlere sahip olsalardı beni fark etmezlerdi bile.
...
Nasıldın acaba görmeyeli?
Oysa daha dün konuşmuştuk.
Zaman nasıl da ilerliyor.
Sanki sesini bir hafta önce duymuş gibiyim.
Seni böyle düşünürken;
Rafet Bey geliyor yanıma.
Üzerindeki tertemiz gömleği ve ona uygun ütülü pantolonu, sinekkaydı tıraşı, kaytan bıyıkları ve de bembeyaz önlüğüyle.
Başıyla kendine has selamını veriyor.
Elimde olmadan yerimden hafif kalkıp bu selama karşılık veriyorum
ve
“Bir çay Rafet Bey” diyorum.
Her zamanki sakin ve vakur haliyle onaylıyor ve yanımdan ayrılıyor.
Sonra yine sen.
...
Ah! Geldin işte.
Hoş geldin.
Hemen öpüyorsun beni.
Ardından, çantandan çıkardığın mendille yanağımdan süzülen yağmur damlalarının izlerini silmeye başlıyorsun.
Her zamanki gibi naziksin.
Sanki kırılası muhtemel bir vazonun tozunu alır gibisin.
Şikâyetim yok.
Bir yandan da o sevgi dolu gözlerini gözlerime kilitliyorsun.
Yüzümün her kıvrımını kurulayan elini tutuyorum.
Elin elimde beraberce devam ediyoruz.
Hiç ama hiç tereddüt etmeden oturdun masaya.
Ne havanın soğukluğundan dem vurdun, ne de yağmurun asice yağmasından.
Sessizce oturdun.
Sen oturunca tam tepemizdeki ağaca bir ispinoz kondu.
Selâmladı bizi ötüşüyle.
Etraftaki boş masalar da bizi seyrediyor, gıptayla.
Belki de oturduğumuz bu masayı kıskanıyorlardır.
Veya bizizdir bu hayretli bakışların nedeni…
Gözlerim Rafet Bey’i ararken içerideki bakışların hayretlerinin artarak bize yöneldiğini görüyorum.
Umursamıyorum.
Köpük gözlüme dönüyorum tekrar.
Aradan ne kadar geçti hatırlamıyorum;
Bir bakıyorum yandaki masaya bir çift sevgili yerleşmiş.
Sonra diğerine, sonra bir diğerine…
İşte şimdi oldu.
İçerisi bomboş.
Dışarısı dopdolu.
Kışı ısıtmak,
Tahta masaları canlandırmak için herkes dışarıda.
Rafet Bey bile başka servis yapar oldu.
Daha bir istekle, daha bir memnuniyetle.
Herkes kendi halinde yaşamakta sevgilerini…
Sense karşımda konuşmaktasın, bıcır bıcır.
Her cümlenden sonra parantez açıyor ve kapatıyorsun.
Unutmuyorsun söyleyeceklerini.
Birbiri ardına sıralıyorsun hüznünü, neşeni.
Araya girmeye korkuyorum, bu ahenk bozulsun istemiyorum.
Sadece dinliyorum.
Daha seni tanıyalı ne kadar oldu ki?
Sanki kırk yıldır benimsin.
Sanki kırk yıldır seninim.
O kadar yakınsın kalbime.

Çaylar geldi.
Yudum sesleri var artık yağmur yerine.
Bir çay, iki çay derken
Hava kararmaya yüz tutuyor.
Bu gitme vaktinin ikazı adeta.
Toparlanıyor sevgililer.
Toparlanıyoruz, seninle ben.
Bir dahaki kışa kadar…

bir varız bir yokuz… hayırlısı…

e.
2009 sonbahar

Hiç yorum yok: