6 Ekim 2009 Salı

Miskin bir günümdeyim.
İşlerim erken bitti bugün.
Eve gidesim yok zira evde başkaları var.
Oldum olası sevemedim evimde insanımdan başkası olmasını.
İster akrabam olsun, ister dostum, havamda değilsem istemem evime gelmelerini. Batar bana.
Ben o gün yalnızlığı seçmişimdir kendimce.
Planlar bozulunca ben de bozulurum.
Ne kadar da kötü bir durum…
İşte böyle bir gün ve eve gelenler bana yine batmalarda.
Eve gidesim yok.
İçim hassas bir kaç zamandır.
Böyle durumlarda korumasızım sanki.
Sanki bir şeye ihtiyaç duyar olurum.
Mesela bir insana…
Bu insan başka bir şey olmalı.
Ne bileyim tecrübeli, ne dediğini bilen.
Bana, yolun şudur daha dikkatli yürü diyen.
Kafamda bu sorularla yürümelerdeyken birden aklıma biri geliveriyor.
Babam...
Hayatta kalan tek çınar ve bana yol gösterecek insan.
Oysa yıllarca ne o beni anlayabilmişti ne de ben onu.
Her ne kadar duygularını gösteremeyip etraftan ve benden duygusuz damgasını yemiş olsa da galiba yıllar onu tanımam için adeta bana ders vermelerde.
Yaşım ilerleyip orta yaşa sıkı sıkıya tutunduğum bu yıllarda babamın bana neler demek istediğini ve isteyeceğini daha başka bir gözle görmelerdeyim.
Bazen kafamın içi dolup benden daha hızlı ilerlediği zamanlarda ve benim onu yakalamak istediğimde yakın dostum rakıyla haşır neşir olup kendimden geçtiğimde babama koşasım gelir.
Ne bileyim, geçen boş yılların hesabını sormak için belki.
Belki de neden kendini her şeye feda ettiğinin hesabını sormak için.
Belki de tek tutunacağım çınar olarak onu gördüğümdendir.
Telefona sarılıyorum. Yolda yürüyor ve bir yandan numarasını çevirmek için çırpınıyorum. Çırpınıyorum zira numarasını unutmuşum.
Yuh be! İnsan telefon hafızasına alır...
Unutulur mu yahu?
Aklıma geliyor, kaçmadan hemen tuşluyorum.
Elli kere çalıyor “bip” sesi.
Eh be baba! Aç artık şu telefonu. Kesin nereden geliyor bu ses diye aranıyordur etrafta.
Hah açtı şükür.
“Baba nasılsın geç açtın telefonunu müsait değil misin?”
“Müsaidim tam ders anlatıyordum nereden geliyor bu ses dedim, meğer benim telefonummuş.”
“!”
“Baba, evde akrabalar var, akşama kadar senin eve gidebilir miyim? Uyurum falan.”
“Tabi gidebilirsin, evin anahtarı var değil mi sende?”
“Evet var.”
“Oldu, o halde ben de bir iki saat sonra gelirim. Bak masanın üzerinde meyve kuruyemiş var, ye onlardan.”
“Tamam baba canım isterse atıştırırım. Eyvallah”
“Eyvallah”
Seviniyorum.
En azından kafa bulanınca sakinleşmek için sakin bir kapının varlığı huzurlu hissetmemi sağlıyor anlık olsa da.
Çocukluğum geçtiği mahalleye geliyorum…
O an dönesim geliyor geriye.
Çok mutlu geçen çocukluğum ve ona eşlik eden mahalle yüzümde patlayan bir tokat gibi geliyor.
Geçmişte yaşanan mutluluk ve sevgiler bir zaman gelip senin bugünkü mutsuzluğunla çakıştığında yüreğini kanatıveriyor.
Sokak kapısı önündeyim…
Hani arkadaşlarımla ay çekirdeklerini büyük bir iştahla çıtladığımız mermer eşik.
Hâlâ aynı.
Biraz aşağı mı çökmüş ne?
Yok canım, şimdiki boyumla o zamanki boy bir mi?

Ya en üst kata büyük bir süratle çıktığım merdiven sürüsü?
Tam beş kat.
Vay anam vay… Nasıl da çıkıyormuşum, arı gibi.
Bu merdivenler de daralmış mı, yoksa bana mı öyle geliyor?
Nihayet daire kapısının önündeyim.
Kapıyı hızlıca açıyorum, bir an evvel atmak istiyorum kendimi içeri.
Hâlbuki bir zamanlar zile basmak ne kadar da keyif vericiydi anahtarım elimde olduğu halde. Bilirdim evde bir ruh, bir soluk olduğunu ve kapının ikinci defa zile basmadan ardına kadar güler bir yüzle açılacağını.
Şimdi bu ev, ruhu olmayıp soluğu yarım olsa da rahatlamak için ideal bir korunak gibi.
Kokusunu içime çekiyorum evin
ayakkabılarımı ayakkabılığa yerleştirirken.
Hayır, kesinlikle hayır, o koku da kalmamış. Bu kez yanılmıyorum.
Ceketimi, terden sırılsıklam olmuş gömleğimi ve pantolonumu çıkarıyorum etrafa bakarak.
Fanilamı çıkartıp arka odaya doğru gidiyorum
Babamın bir fanilasını üzerime almak için yatak odasındayım.
Aynı karyola duruyor.
Anne ve babamın karyolası…
Şimdilerde buzdan bir yatak sanki
Hiçbir özelliği kalmamış.
Otel odasından farksız bir yatak odası…
Yat ve sabah olunca olanca hızınla terk et.
Yalnız; babam bir değişiklik yapmış, inanılmaz bir tertip içinde toplamış yatağı. Hatta üzerine yatak örtüsü bile örtmüş. Sanki yıllara meydan okurcasına ve ben daha ölmedim hâlâ yaşıyor ve o günleri yaşatıyorum dercesine.
Eyvallah be baba, duygulandırdın beni, hiç tahmin etmezdim bunu.

Çocukluk ve gençliğimin ilk yıllarının geçtiği odama yöneliyorum…
Orada da ruh çoktan gitmiş yerinde yelleri bırakarak.
Ben geldiğim halde yeller yerinden kıpırdamıyor.
İş işten çoktan geçmiş.
Nefesimi daha bir derin çektim, o günlerin havası girecekmiş gibi ciğerlerime.
On beş, yirmi sene önce tam şurada ilk defa bir kızı öpmüştüm. İlk öpüşme ilk heyecan.
Ne kadar da tuhaf oldu içim, sanki yaşıyorum o güneşli yaz öğlenini. Yok, yok, vallahi ileri gitmemiştik. O zamanlar şimdiler gibi değildi elbet. Öpmek en güzel gençlik kaçamağıydı.
Yeterdi bu kadarı.

Küçük koridor mutfağa götürüyor beni…
Anamın mutfağı… Kutsal mabedi…
Bizi doyurmak için çırpındığı ve bir o kadar da inanılmaz lezzetlerin meydana geldiği vazgeçilmez durak.
Tahta dolap kapağının kapanırken ve açılırken mıknatısın çıkardığı “tak” sesi hala duyuluyor muydu acaba?
Deniyorum; açıyorum kapağı.
Evet, bu ses “tak”.
Hâlâ hoş geliyor kulağa.
Dolabın içindeki bardak düzeni yirmi sene öncesinin düzenini korumakta…
Çikletimi her zaman hepsi birer asker nizamı sıralanmış ve ters olarak kapaklanmış su bardaklardan önden ikinci sırasında bulunanın dibine yapıştırırdım.
Ne güzeldi…
Lavabonun olduğu setin renkli taşları hâlâ yerinde
Ama onlar da mahzunlar.
Anlaşılan onların da yüzüne bakan yok artık.

Sonra banyoya geçiyorum…
Anamın beni yıkarken bağırıp çağırdığım banyo.
Suyu öyle sıcak ayarlardı ki, maşrapa ile üzerime dökerken yer yerinden oynardı bağrışlarımla, sanki derim yüzülüyor gibi olurdu.
O bağırışlar yankılanıyor fayanslardan. Duyar gibiyim.
Şimdilerde babamın atölyeyi andıran evindeki bir ambara dönüşmüş.
Hoşuma gitmedi elbet.

Ah! Tuvalet…
Nasıl unuturum alaturka tuvaletimi.
Tüm çocukluk ve gençliğimin alaturkası…
Öldür Allah alafrangayı kullanamazdım, ta ki büyüyünceye değin.
İnsan buna da alışıyormuş meğer.

Ve salon…
Çocukluğumda bir baştan bir başa koşarken nefes nefese kaldığım fazla büyük olmayan salon.
O zamanlar yeni çıkmış olan duvardan duvara halıyı kaplattığımız salon.
Bana piyasaya yeni çıkmış olan düldül bisikletimin alınması ve halıları boydan boya tekerlek izi içinde bırakmam, fakat azar işitmediğim salon.
Babamın işi gereği evde fazlaca bulunan mukavvalarla her yana yayılıp oynadığım salon.
Ailece yemekler yediğimiz salon.
Ve anacığımı sonsuzluğa uğurladığım salon...
İçinde bu kadar fazla şey barındıran ve şimdilerde bir o kadar küsmüş ruhunu kaybetmiş salonuma bakıyorum kesif bir hüzünle…

Ne kadar bakarsam bakayım barışmayacak bu ihtiyar daire benimle her ne kadar kırgın olmasak da.
Ama yine de güzel dertleştik bugün.
Kâh ağladık, kâh güldük.
Şöyle, bir devr-i âlem yapıverdik sessizce.
Kim olursa olsun böyle parlatmaları yapmalı bazen.
Kendine ayırmalı hüznün kaymağını.
Geçmişi keyiflice anmalı.
Konuşmalı kendi kendine.
Deli derlermiş.
Desinler.
Her zaman delirmiyoruz ya, bir gün de sen deli ol ne olur?

Ne kadar ihtiyacım varmış hafızamı parlatıp ağlayıp gülmeye...
Demek babama ihtiyacım olduğu kadar yaşadığı yere de ihtiyaç duyuyormuşum.
Hatta bu asırlık ev tüm miskinliğimi aldı bile.
Eyvallah ihtiyar.
“Din dong”
Kapı çalıyor.
Babamdır herhalde.
O da kapının açılmasını istiyor bir ruh ve güler yüzle.
Anahtarını kullanmıyor…

hüzünler asla ihtiyarlamıyor…

e.
2009 sonbahar

Hiç yorum yok: