31 Aralık 2008 Çarşamba

Bir intihardı benimkisi.
Seninle tekrar buluşmak, gözlerinle yeniden tanışmak.
Kokunu kokuma gömmek.
Ellerini avuçlarıma kilitlemek.
Dudaklarımı dudaklarından saklamak.
Titreyen bedenimi bedeninden ayrı tutmak.
Seni kaybettiğim yerde bulmak.

Gerçekten de bir intihardı benimkisi.
Bugün gelip de karşına geçmek, seninle konuşmak,
Bir hasret giderme değildi bu buluşma.
Hesaplaşmaydı.
Geçen onca güzelliğin uçurumun dibine gelmesiydi.
Aşkın iflası,
Sevginin hatasıydı.
İki hüzün parçacıklarıydık o kırık dökük çay bahçesinde.
Masamızda karbonatı bol çay,
Karşımızda her türlü olumsuzluğa karşın masmavi deniz.
Günün tek güzelliği…
Bu güzellik öylece sessiz kalıyor çay bahçesinin öte yanında haykırışıma inat.

Hakikaten bir intihardı benimkisi.
Hüzün parçacıklarıydık, doğru.
Bu parçalar hiç birleşemez ama kopamazlarmış da birbirlerinden.
Siyahla beyaz, çiçekle böcek, günle gece gibi.
Hepsi de birbirlerinden alırmış renklerini, yaşama gücünü.
Bilmezlermiş ne kadar da yakın olduklarını.
Öyle değil mi ya?
Bitmeye yüz tutmuş sevgiler hep karanlık,
Sonrasında aniden yeşeren başka sevdalar aydınlık değil midir?
Bitmeye yüz tutmuş büyük aşklar çiçek,
Ondan faydalanmaya çalışan kötü böcekler ihanet değil midir?
Bitmeye yüz tutmuş yürekler gün,
Tüm umutları, geri dönüş ihtimâllerini bitiren gece değil midir?
Bunları bile bile hiç ayrılabilmiş mi hüzün parçacıkları?

Gerçekten bir intihardı benimkisi.
Bütün pespaye geçmişi sindirmeden,
Yüreğime atılan aşk kazıklarını çıkartamadan,
Üç kuruşluk insanların önünde sevdamın tedavülden kalktığını unutmadan.
Unutulduğunu, kalbimdeki aşkın da başka sulara karıştığını kabullenmeden.
Geceleri hâlâ dualarımdan atamadan.
Seni hatırlatan her şarkının notasını silemeden geldim karşına.
Neyin buluşması bu allahaşkına...?

Hakikaten bir intihardı benimkisi.
Bir zamanlar dudağına takılan gülümsemeler yok yüzünde.
Gözlerindeki heyecan ve ışıltı da,
Yanına yaklaştığımda vücudundaki titreme de.
Kokumu içine çektiğinde kendinden de geçmiyor,
Başını dik tutuyor, göğsüme ihtiyaç duymuyorsun artık.
Ellerini elime yaklaştırmıyor masanın altında saklıyorsun.
Geçmişten bahsederken pişman da değilsin.
Gelecekle hiç ilgilenmiyorsun bile.
Ömrünü ömrüme adamıyorsun,
Sensizlik içimde bir yara da demiyorsun artık.
Gözün kapıya da bakıyor, bir an evvel gitmek için.
Oturduk oturalı hiç bakmadan konuştun yüzüme.
Bitti mi bari söyleyeceklerin?
İçinde kalmadı ya başka nefret kırıntısı.
Son seferimizi yaptık bu limana.
Haydi o zaman
Kalkalım son defa yanaştığımız bu limandan;
Usulca kalkalım, çarpmayalım sağa sola, yeter bu kadar hasar.
...
Vedalar acıklı ve “ah” doludur.
Ayrılıklar ise kırgınlık ve gözyaşı.
Bu vedayı ben istedim aslında, sen beyaz mendil sallamadan evvel.
Çünkü bilirim ki veda eden güçlüdür, terk edilense çelimsiz.
Hiç olmazsa bugün güçlü olayım dedim karşında.
Dedim ya;
Hakikaten bir intihardı benimkisi...


bazen intihardır yüreği onurlu yapan...

e.
2006 kış

30 Aralık 2008 Salı

Anladım gelmeyeceksin.
Sigaramla dertleşirken anladım.
Kadehim çabuk terk etti bu gece, kalakaldık sigarayla bir başımıza.
O dumansız, ben sensiz.
Anladım gelmeyeceksin.
...
Sevdalılar;
Uykuya küserlermiş.
Elleri çenelerinde hayallere dalarlar,
Hicaz ve hüzzam makamında şarkılar dinlerlermiş.
Yağmur yağdığında herkesin aksine sokaklarda olmayı,
Kar yağdığında ise pamuk olup pencerelere süs olmak isterlermiş.
Deniz kıyısında yürürler ve iyot kokularıyla sarhoş olurlarmış.
Sokaktaki herkesi sevdasına benzetirlermiş.
Tüm isimler sevdasının ismi oluverirmiş.
Tüm gözler sevdası sevdası bakarmış.
Tüm gülüşler sanki sevdasının dudağından çıkarmış.
İştahlar bir daha açılmayacakmış gibi kapanırmış yalnızken.
Beraberken ise hiç kapanmayacak gibi açılırmış ardına kadar.
Özlemler her daim yanıbaşında dururmuş.
Anlarlarmış sevdalılar o zaman, özlem hiç bitmeyecek bir ömür boyu.
...
Sevdasızlar;
Uykuya doyarlarmış.
Elleri çenelerine uğramaz, başka ellerle mutlu olurmuş.
Ne hicaz, ne hüzzam, şarkı bile dinlemezmiş artık yürekleri.
Yağmurdan kaçarlarmış ıslanmamak için.
Kar yağdığında hiç çıkmazlarmış bir yere, hatta camdan bile bakmazlarmış.
Deniz kıyısında üşürler, iyot kokusuna burun kıvırırlarmış.
Sokakta yanından her geçene mavi boncuk dağıtırlarmış.
Tüm isimler başka başka, artık sözde yüreklerini yeni isimler heyecanlandırırmış.
Seven gözler onlar için önemsizdir, sevda yoktur ki yüreklerinde anlasın bu bakışları.
Gülüşler soğuk, dudakları ise konuşmaya yararmış, değil başkasında sıcak gülüşler aramayı.
İştahlar yerindedir, doymak nedir unutulmuştur.
Ne özlemler vardır delicesine, ne de ona yakışan bir sevda.
Çünkü aşkı anlamazlarmış, oyun zannederlermiş.
Sevdasızlık tüm ruhlarındadır artık...
...
Kelebekler vardır;
Gündüz kelebekleri.
Kanatları rengârenktir, gökkuşağı gibi.
Gündüz yaşayıp, gece uyurlar.
Tek uyku hakları vardır.
Çünkü ertesi gün ölürler.
Bir günlüktür ömürleri.
Bu narin şeyler sadece bir gün yaşıyorlar işte.
An’ ı yaşayan tek canlı.
Vakti bir nefesliktir.
O çiçekten o çiçeğe koşar gün boyu.
Bir gün içindir aşkı.
Bir gün içindir ayrılığı.
Bir gün delice çarpar yüreği.
Bir gün rüzgarı alır kanatları arasına.
Bir gündür güneşle olan dostluğu.
Bir gün içindir arkadaşlıkları.
Bir gündür yiyeceği lokma.
Bir gündür hüznü.
Bir gündür coşkusu.
Onlar iyi bilirler zamanın kıymetini.
İyi bilirler aşkın değerini.
Sevdasına sıkı sıkıya sarılır ve asla bırakmazlar.
En büyük, en coşkulu aşıktır gündüz kelebekleri.
Çünkü bir günlüktür ömürleri.
Bu yüzden;
Severlermiş asırlara bedel.
Hiç bitmemecesine...

Kargalar vardır;
Kara kargalar.
Kanatları kapkara, sesleri berbat kargalar.
Gece gündüz yaşarlar.
Tek düşünceleri kendileridir.
Bencildirler.
İşte bu yüzden;
Yüz elli yıl yaşarlar.
Gamsız kasavetsiz yüz elli yıl!
An onlar için silik, anlamsız, hatta beş para etmez bir ayrıntıdır.
Gün boyu o hiçlikten, o hiçliğe kanat çırpar dururlar.
Aşk bir yana, sevginin ne olduğunu da bilmezler,
Yine de onları bu haliyle sevmek isteyenler olursa, sevenlere sadece “gak!” derler.
Ötesi yoktur.
Sesi kötüdür ancak vakti boldur.
Bu yüzden gözü de kördür yüreği de.
Bir arkadaşı yaralansa, hastalansa ne onu sorarlar ne de yanına gelirler.
En ufak zorlukta hemen kaçarlar, arkalarına bile bakmazlar.
Umursamazlar.
Nasıl olsa yüz elli yıl yaşarlar.
Ne rüzgârı, ne de güneşin ışıklarını, sıcaklığını tanırlar.
Onlar için varsa yoksa kendileridir.
Kendi özgürlükleri.
Bu yüzden, sırf bu yüzden aşkı bilmezler işte.
Birini sevemez, yüz elli yılından bir an’ ı bile vermezler.
Kaypaktırlar.
Aslında korkaktırlar...

Sigaramın sonuna geliyorum.
İyi dertleştik.
Ben ona sevdalıları anlattım, o bana sevdasızları.
Ben ona gündüz kelebeklerinin tarifsiz güzellikteki dünyalarını açtım, o bana kargaların kara dünyasını.
Ne kadar da benziyorlar birbirlerine;
Sevda ile gündüz kelebekleri.
Sevdasızlarla kargalar...

Anladım gelmeyeceksin.
Oysa ne kadar da gündüz kelebeği olmanı isterdim...

hüner yüz elli yılda değil, kelebeğin kanatlarındadır...

e.
2006 karakış

29 Aralık 2008 Pazartesi

Gelmiyor içimden kelimelere dokunmak,
Virgüllerle nefes almak,
Parantezlerle açılmak
Ve
Noktayla son bulmak istemiyorum.
Gelmiyor içimden…

Oysa sevişmek ne güzeldir kelimelerle.
Onlarla halvet olmak,
Kalpteki zehri kelimelere yüklemek ne güzeldir.
Gözlerdeki yaşları kaleme havale edip kelimelere akmasını beklemek
Ya da
Gönülde olması muhtemel sevdaların tüm vebalini de ona yüklemek,
Çiçeğin kokusunu,
Güneşin sıcaklığını,
Yağmur damlasını,
Denizin mavisini…
Kelimelere yüklemek ne de güzeldir.
Sevdalı öpüşleri,
Sevdalı bakışları,
Hoş sohbetleri,
Titreyen kalpleri,
Tükenmeyen aşkları,
Acıtan hasretleri
Ve
Kaybolmuş ruhları,
Yüklemek kelimelere…
Hem de hiç acımadan.
Hunharca.
Garip bir haz, garip bir mutluluk duyar gibi…

Gelmiyor içimden kelimelere dokunmak gönlüm kapalıyken.
Ne sağıma bakmak ne de soluma bakmak geliyor içimden.
Taraçaya da çıkmak istemiyorum,
Pencereden başımı göğe kaldırıp Tanrıyla sohbet etmek,
Gece olduğunda yıldızlarla oyun oynamak da istemiyorum.
Gözlerimi kapatıp rüzgârın hangi yönden estirdiğini,
Az ötede sabaha kadar açık kalan meyhaneden yayılan mis gibi anason kokularını,
Karşı apartmanda sevişen genç çiftin sokağı saran çığlıklarını da duymak istemiyorum.
Gelmiyor içimden…

Hele ki dostların bir bir kaybolmasını…
Kadehlerin tadının bir türlü damaktaki yerini bulmamasını,
Bir çift sözün yalnızlık duvarına çarpıp geri dönmesini,
Ömürlerin saate, yıla hatta kendime bir şeyler çaktırmadan ilerlemesini,
Aldığım sayılı nefesin her geçen gün değerini kaybetmesi ve beni anbean hayattan uzaklaştırmasını,
Yediğim, içtiğim birkaç lokma ve suyun tatlarını yitirmesini,
Gönül barınağımın yerle yeksan olmasını,
Gelmiyor içimden kelimelere dökmek…

Yaklaşan bahara rağmen,
Kanın damarlarda delice turlamasına,
Kaybolmuş umutların bulunmasına,
Çiçekle böceğin taze bir çiçek üzerinde vuslata ermesine,
Karanlıkların aydınlığı selamlamasına,
Tüm seslerin hoş sedaya dönüşmesine,
Sevdalıların kavuşmalarına rağmen,
Yine de…
Gelmiyor içimden kelimelere dokunmak.

Nedir bu iştahsızlık?
Nedir bu atalet?
Nedir bu küskünlük?
Nedir bu suskunluk?...
Nedir kelimelere bu kadar sitem?


koyuverdim zembereği boşalmış hayatı… bari o özgür kalsın…

e.
2008 karakış

27 Aralık 2008 Cumartesi

Otobüs, sessiz, sakin bir limanda indirdi.
Köhne gibi duran bir çay bahçesini görüyor ve ona doğru ilerliyorum.
Dışarıda birkaç tahta masa ve sandalye var.
Yetmiş ve seksenlerin, çocukluğumda kalan yazlık sinema sandalyeleri bunlar.
Oturuyorum bir hevesle.
Geriye doğru kayıyorum.
Bir ayağı ya kısa ya da kırık. Ne güzel.
Hava poyrazla işbirliği yapmakta.
Sert mi sert fakat alabildiğine temiz mi temiz.
Arkama bakıyorum daha çaycı ortalarda yok.
Çay bile demlenmemiş zağar.
Olsun nasıl olsa ben, beni alıp cennetime götürecek feribotu beklemekteyim.
Varsın çay da olmasın.
Zaten çayı sevmem, ancak burada insan içini ısıtacak bir şeyler de istiyor.
Birden yanımda tüyleri pırıl pırıl parlayan simsiyah bir dost beliriyor.
Bir sokak köpeği.
Etrafımda dolanıyor ve sonunda patilerini üzerime dayıyor. Oyun yapayım da sevimli görüneyim belki beni besler numarasından da geri kalmıyor hani. Ama her yer kapalı ne verebilirim ki? O da çaresiz gidiyor yanımdan. Oyunumuz kısa sürse de yetti ikimize.
Ben ısındım o ise açlığını unuttu bir an.
Yeter bu kadar poyrazla arkadaşlık. Fazlası zarar.
İçeriye giriyorum.
Bir masaya yerleşiyorum.
İçerisi de dışarısı gibi, sessiz, sakin.
Herkes üzerindeki kışlıklarının yakalarını kaldırmış, oturuyor.
Karşı masada kırklı yaşlarda kumral, top sakalı olan balıkçı yelekli bir adam kalınca bir kitap okumakta. Ben otobüste görmüştüm bu kişiyi, ancak kitap okurken hiç rastlamadım. Herhalde sadece uyumayı tercih etmişti.
Diğer yanımda da kırklı yaşlarda saçları röfleli, masmavi gözlü ve bakımlı bir bayan oturmakta. O da kitap okuyor. Ara sıra kafasını kaldırıp etrafı tedirgin bir şekilde süzmeyi de ihmal etmiyor. Turist galiba.
Bir anda elinde çay tepsisiyle çaycı beliriyor ve sorgusuz sualsiz her masaya çay
bırakıyor. Herkesin yüzünde bir tebessüm. Kolay değil çay bu.
Ben de hayır demiyorum. Hızır gibi geldi hani.
Bir yudum alıyorum.
Kalitesi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ben kursağıma giren sıcaklıkla ilgileniyorum şimdi.
Oh! bayağı güzelmiş...
Bu keyifle pencereden dışarıyı seyre koyuluyorum ve siyah köpecik’ e diğer
arkadaşlarının katıldığını fark ediyorum. Şimdi dört oldular. Oyun yapmaktalar. Biri birinin üstünde, diğeri öbürünün. Hoş bir görüntü.
Tekrar içeride oturan birkaç kişiye dönüyorum.
Hiçbirinde yaz neşesinden eser yok.
Sanki umutları bir hurca koymuşlar ve dolabın ta en arkasına kaldırmışlar gibi.
Yalnızlık ve hüzün diz boyu.
Aslında ben de onlar gibiyim burada. Farkım yok.
Yapraklarımı döktüm buraya gelirken.
Poyraz deli gibi esti ve üşüttü ta iliklerime kadar. Gözlerimi de yaşarttı hiç durmamacasına.
Kalbim kırık, oturduğum tahta sandalye ile aynı.
Bir ayağı dengeyi kurmaya çalışsa da diğer kırık ayak izin vermiyor, sarsıyor beni. Yalpalıyorum…

Seni ruhuma hapsedip ta buralara kadar geldim.
Sorma neresi diye.
Buralar işte!
Umudum yok kendimden, hatta hayattan.
Buralar onarır mı?
Sanmıyorum.
Gözüm telefonda hâlâ.
Ya ararsan diye iç geçiriyorum, ama...
Sanmıyorum.
Her ne kadar dayanamazsam da dayanmalıyım.
Bundan gayrı böyle.
Duymamalıyım sesini.
Zira dönmek istemiyorum oralara. Acı çektiğim yerlere.
Sana yakınındayken uzak olmaktansa uzaktayken uzak olmak daha mı iyi ne?
Bilmem.
Böylesi daha iyi galiba.
Senden uzak.
Sevginden kopuk.
En güzeli canım,
Salaş yaşamak...

kim üzerine alınırsa...


e.
2004

26 Aralık 2008 Cuma

Elim çenemde düşündüm geçen gece…
Bir an mıydın hayatımda?
Yoksa bir anı mı?
Bir an isen ne âlâ.
Yok, bir anı isen çok fena.
Çünkü;
“An” lara sıkışan beraberlikler kepazeliktir, yaşanır ve biter.
Kâh yayları bozuk, nevresimleri solmuş yataklarda,
Kâh bir gece kulübünün sigaradan boğulmuş, içkiden tükenmiş sivri taburelerinde,
Öpüşmenin lezzetinden yoksun, ten kokularından uzak, gecelerin karasına sığınan pespayelikler altında sevişme karalamalarıdır “an” lar.
Ne sevgiden dem vurulabilir, ne aşkın ululuğundan söz edilebilir bu “an”larda.
Derin bir iç bile çekilmeden yaşanan yakınlaşmalardır.
Aşkın esamisi okunmaz kalplerde.
Bu “an” larda ruh izin ister kalpten, yaşananları görmek istememecesine.
Hayaller duruluğunu kaybeder, bulanıklaşır.
Şefkat renk değiştirir, mavisinden sıyrılıp ziftin pekine döner...
Sabah ilk ışıklarını süzmeye başladığında renkler kendini bulur birden bire.
Ruh kalbe taşınır yeniden.
Aşk ise tüm kalbi sarmak üzere yerini alır.
Yayları bozuk ve nevresimleri soluk yatak tükürür seni, pataklarcasına alaşağı eder.
Gece yaşanan “an” lara takılan pespayeliğin sonu gelmiştir artık.
Yanına bakmaya cesaret bile edemezsin, midenin kaldıramayacağını bilirsin tecrübelerinden.
Paldır küldür kalktığın yerden, kıçına geçirdiğin donun ve fermuarını bile kapatmaya fırsat bulamadığın pantolonunla kendini dışarı atıverirsin.
Yorgun, üzgün ve bir o kadar küskünsündür kendine.
“An” bitmiştir, bir daha ki kepazeliğe kadar.
İşte bu yüzdendir “an” ın âlâlığı.
Bu yüzdendir seni “an” lara sıkıştıramayışım.
Bu yüzdendir sana kıyamayışım.
...
Anılara takılan beraberlikler ise aşktır, acıdır.
Gönül sızısını da hatırlatır,
Özlemin tarifsiz cazibesini de.
Terk etmeyi ve edilmeyi nakış gibi işler ömrüne anılar.
Ne yatak paklar, ne de sivri bir bar taburesi.
Aşkı, sevdayı her geçen gün daha şiddetli bir şekilde hissettirir,
Yaşanmışları şekil değiştire değiştire temcit pilavı gibi önüne serer anılar.
Unutmaya çabalasan da her bir kareyi, inadına tüm detayları daha da netleştirir,
Gördüğün her kişiyi, işittiğin her sesi ve hissettiğin tüm kokuları onun hesabına daha da keskinleştirir anılar.
Ne çare;
Artık sen kaçmaya çalışan ürkek bir çulluk,
Anılar ise seni avlamanın keyfine varan bir avcı olmuştur artık.
An gelir öyle acıtır ki anılar,
Avcının hedefine bir an önce girebilmek için bırakırsın kanat çırpmayı.
Ancak avcı, tecrübeli ve bir o kadar kalpsizdir, seni hedefte gördüğünde ateşlemez saçma dolu tüfeğini; öncesinde acıtır, kanatır tüm yaralarını keyif ala ala.
Tüfeğini ateşlediğinde de zaten işin bitmiştir.
Yanmışsındır artık...
İşte bu yüzdendir anıların fenalığı.
Bu yüzdendir yanmışlığım.
Bu yüzdendir düşüncelerimin cevabı hep “anı” olman...


“an” lardır “anı” ları asil yapan...

e.
2007 bahar

25 Aralık 2008 Perşembe

Bir tango olamadık,
Bağlanamadık sıkı sıkıya.
Bir akordeon sesi olamadık,
Ağlayamadık kalpten.
Bir ağaç olamadık parkta,
Vefayla, sevgiyle sarılamadık birbirimize.
Bir türkü olamadık,
Ağıtlar yakamadık ardımızdan.
Tatlı bir ses olamadık,
Sevdaya ait sözler söylemek üzere.
Bir çocuk olamadık,
Küstüğümüzde hemen barışmak üzere.
Gözyaşı olamadık,
Serserice yanaktan akmak üzere.
Biz aşık olduk sadece,
Sadece,
Sevmemek üzere…

e.
2008 kış

24 Aralık 2008 Çarşamba

Ben balıkçıyım
Sen prenses
Ben dört metrelik kayık
Sen yalıda birdolu oda
Ben sevdalı, denizler gibi arsız, fütursuz
Sen sevgisiz, kalpsiz şımarık
Ben adanın kayalık midyesi
Sen kayalık orfozu
Ben salyangozun evi
Sen karşıdaki yalı
Ben hasretlerin esiri
Sen aymazlığın hakimi
Ben firardayım
Sen kavuşmalarda
Ben sabahın ilk ışıkları
Sen ikindi kahvaltısı
Ben gecelerin karası
Sen gecelerin yıldızı
Ben denizlerin iyodu
Sen umudun uzaklarında çakıl taşı
Ben doğanın sakası
Sen yalının bülbülü
Ben denizden çıkan ekmek
Sen sofra kurabiyesi
Ben aşkların ulaşılmazı
Sen ihanetlerin vazgeçilmezi
Ben beklemelerde
Sen kaçmalarda
Ben özgürlüğün tadıyım
Sense esaretin, mutsuzluğun...


ben maviyim güzelim...ya sen ne renksin...

e.
2007 kış
Gecenin bilmem kaçı.
Gökyüzü karanlık, bulutlu.
Şimşekler çakıyor ardı ardına.
Arkasından gök gürültüsü de cabası.
Yağmurun iriye yakın damlacıkları cama vuruyor acımasızca.
Her vuruşunda çıkarttığı ses kulağa hiç yabancı gelmiyor.
Cama vuran damla, sesin ardından usulca aşağı doğru kayıyor.
Bu da yabancı gelmiyor.
Biri kalbime saplanan hasret, diğeri hasretin yanaktan akıttığı gözyaşları sanki.
Bir yaz yağmurunun ardına gizlenen kalp ağrısı kısaca.
Uyku tutmadı yine.
Dün gece de aynısı olmamış mıydı?
Ya geçen gece...?
Hepsi kuyruk gibi peşi sıra gidiyorlar, her gün.

Sandığı açtım her geceki kalp ağrısıyla beraber.
Kenarına sıkışmışsın her zamanki gibi.
Ertelenmiş şarkılar da öylece yanına kıvrılıvermişler.
Sirtosu, taksimi, peşrevi...
Temenniler daha altlarda.
Gereksiz olduklarından mı nedir, hiç görünmek istemiyorlar sanki.
Hayâller ise sandığın her bir köşesine musallat olmuşlar.
Sanki her bir santiminde unutturmak istemiyorlar seni.
Işıldamanı istiyorlar, bitmek tükenmek bilmeyen arsız edalarıyla.
Ümitleri ara ki bulasın.
Yalancı çoban gibi saklanmışçasına çıkıveriyor sağdan soldan.
‘Hah tamam’ dediğim anda ‘o değilmiş meğer’ deyip bir başka baharın beklentilerine razı oluyorum.
Aşkı-sevdayı arıyorum yürek delişmenliği içerisinde.
Sandığı karman çorman ediyorum, talan ediyorum adeta.
Bir de üstüne didik didik ediyorum.
Nafile...
Yok hiçbir köşe bucağında...Yok...
Kenara sıkışmış olan senin yanında alıyorum soluğu.
Hani olur ya, senin civarındadır diyerek.
Çünkü olsa olsa senin yakınındadır, hatta ta iliklerine kadar işlemiştir.
Senden de bir fayda yok...Yok...

Kör gecelerde hep böyle oluyorsun bu sandık içinde.
Yağmur gibi acımasız ve bir o kadar melânkolik.
Islatıyorsun sorgusuz sualsiz.
Belki korkuyorum şimşekten, gök gürültüsünden.
Sığınacak sıcak bir yürek istiyorum belki de.
İşte o zaman ertelenmiş şarkılardan medet umar gibi oraya bakıyorum.
Adı üstünde “Ertelenmiş”, başka zaman dercesine yüz vermiyor.
Yahu biraz sirto ya da peşrev, bıraktım hicâz’ı, hüzzam’ı.
Ama yok “Ertelenmiş” şarkılar onlar.
Temennilere göz kırpıyorum, kompliman yapıyorum alenen.
Onun da adı üstünde, “Temenni”.
“Çaputlardan oluşmuşum zaten, bir bez de sen bağla” dercesine alayına maruz kalıyorum onun da.
“Temenni” işte...”Temelliye” ramak kalmış...
Her bir köşeye yaltaklık eden hayâllere yanaşıyorum usulca.
Belki soluğunu çekerim birkaç saniyeliğine diyerek.
Adı üstünde “Hayâller”
İzin vermiyor, “Hayır” dercesine.
Soluksuz kalıyorum.
Yalancı çoban, ümide takılıyorum ümitsizce.
Olur ya, bu sefer sefere götürür belki gönlümü diyorum.
Tazeler yarınlarımı, yarınlarımızı.
Adı üstünde “Ümit”
Sadece umut ettirir, getirmez gönlündekileri, sermez önüne.
Son durak aşk-sevda ikilemesi.
Yoruldum yine.
Kalbim hızlı atıyor, sızlıyor,
Dinlenmem gerek.
Durağın kırık iskemlesine çöküp bekliyorum gece sıfır üç aşk-sevda katarını.
Çünkü biliyorum ki buradan geçtiğinde içinde sende olacaksın.
Biliyorum ki bu durakta durup beni alacaksın.
Bekliyorum...

Yazdığım yazı bitmek üzere, saat sıfır üç’ü bayağı geçmiş.
Bugün de gelmeyecek katar seni de peşine katarak.
Her zamanki gibi…

Yağmur dindi,
Camlar kurudu,
Gün ağarmak üzere.
Her geceki vazife icabı sandığı kapatıyorum kenarına sıkışan seninle;
Ertelenmiş şarkılarımla,
Temennilerimle,
Hayâllerimle,
Ümitlerimle,
Ve hiç gelmeyecek olan
Aşkın-sevdanla birlikte...

umudun aksayan ayağında yaşam mücadelesi vermek... onurluca... ne hoş...

e.
2007 yaz

19 Aralık 2008 Cuma

Bir gün kapına gelsem, yeni doğmuş bir bebek gibi.
Tertemiz.
Üzerimde özenle sakladığım adamlık koyu lacivert takım elbisem olsa.
Sakal tıraşım sinek kaydı,
Saçlarım 3 ile 4 numara arası kısa.
Tenimde kendi kokum, doğal.
Ve...
Ziline dokunsam titreyen elimle, biraz mahcup ve çokça heyecanla.
Göğüsüm şişse, nefesim kesilse, kalbime ağrılar saplansa.
O an adımı unutsam,
Kendimden geçmişliğimin derin sarhoşluğunu yaşasam.
Gözlerim kapansa kısa süreliğine içindeki senle beraber.
Ve birden bire kapıyı açıversen.
Gözlerimiz birleşse tereddütsüz,
Dünyada iki kişi kalsak.
Sen ve ben...
Hiç konuşmasak,
Anlatsa gözlerimiz birbirine, ayrı kalınan yılların ağırlığını satır satır.
Nedenler, niçinler cevabını bulsa bakışlarımızda.
Saçlarımızdaki aklar gururlansa,
Sevdanın en hasının nasıl çekildiğine şahitlik etseler.
Dile gelse gönül şarkıları,
Elle tutulsa kalplerden fışkıran sevda,
Yeni bir alfabe olsa birbirimize anlatacağımız özlemi haykıran.

Bir gün kapına gelsem seni yeniden sevmeye.
Kana kana, gönülcesine...
Eğer aşık olmadıysan bir başkasına, sadece gözlerimin elifine bak.
Hiç kapatma göz kapaklarını.
Sonra, bir iki saniyeliğine kalbine kulak ver.
Atışlarında benim adım var mı?
Ve her atışın arasına sıkışan aşkının çığlığı duyuluyor mu..?
Eğer bıraktığın yerdeysem,
Yani hâlâ aynıysa her şey,
Yani kalbin bunları söylüyorsa;
Ellerini uzat.
Uzat ellerime, tut ellerimi.
Sıcaklığını hissetmeye çalış.
Hissedebiliyor musun?
İlk günkü gibi heyecan veriyor mu?
Eğer bıraktığın yerdeysem,
Yani hâlâ aynıysa her şey,
Yani ellerin bunları söylüyorsa;
Sarıl bana.
Vücutlarımız yek vücut olurcasına, sarılalım.
Boynuma değsin burnun.
O siyah, uzun lepiska saçlarına gömülsün yüzüm.
Nefesini duyayım tüm bedenimde.
Sonra,
Seviş benimle,
Yaşadığın bu ana kadar başka erkek görmemişçesine seviş benimle.
Ruhumla,
Kalbimle,
Anılarımla,
Hayâllerimle,
Bedenimle seviş.
Kalmasın öpülmedik bir parça vücutlarımızda,
Kalmasın dökülmedik ter.
Tüm günahlar bize yazılsın,
Tüm ayıplar ardımızda kalsın o an.
Çekilmedik ceza da kalmasın.
Titreyelim fütursuzca.
Dünyada ikimiz kalalım.
Sen ve ben...

Bir gün kapına gelsem kuşların ötüşmeleri eşliğinde.
Elimde papatya demeti,
Dilimde mavi sevda şarkısı,
Ruhumda asi rüzgârla.
Yıllar boyu, içinde sadece seni sakladığım yüreğimle ziline dokunsam.
Kapıyı sen açsan.
Seni sevdiğimi haykırsam, hemen oracıkta, antrede.
Anlatsam yüreğime kazınmış aşkını.
O zaman itinayla saklandığın kozandan çıkar mısın?
Yıkar mısın tüm engelleri...?

Ah benim iğde kokulum, bir gün kapına gelsem,
Bana aşık olur musun?
Ya da
Sevmeyi dener misin en azından...?
Birazcık...

çevirme bu tanrı misafirini kapından...yorgun çünkü...

e.
2007 sonbahar

18 Aralık 2008 Perşembe

Çocuktum o zamanlar, küçücük bir çocuk.
Büyük babamın sigara tabakasını koklardım.
İçinde sadece gelincik sigaralarının bulunduğu tabaka gül kokardı adeta.
Büyük babam büyüktü hem de çok büyük.
Çok severdim onu.
Kocaman bir güven abidesiydi.
Parmakları arasına sıkıştırdığı gelincik sigarasıyla heybetli dururdu.
Diğer eliyle de yazılar yazardı, daha da büyürdü gözümde.
Yanında oturur yazdıklarını okumaya çalışırdım.
Bana bakardı göz ucuyla, gülümserdi.
Bu gülümsemesi onu anladığımı, bir tek benim anladığımı anlatırdı bana sanki.

Aradan yıllar geçti, devasa yıllar…
Şimdilerde benim parmaklarıma sıkışmış karanfil kokulu sigara var.
Gavur malı gerçi ama güzel geliyor.
Her ne kadar gül gibi kokmasa da hoş bir koku yayıyor etrafa.
Yazarken dumanı aklımı başımdan alıyor, cümleleri yazıyor havaya adeta.
İçime çekmek istemiyorum dumanı, çünkü içimde güzel duygularım var, istemem gölge düşsün onlara...

Parmaklarımda bitmeye yüz tutmuş karanfil sigarası can çekişirken birini hayâl etmek istedim bu gece.
Bir kadını...
Güzel gözleri olsun meselâ.
Hem mavi -çakır gibi- olsun, hem de baktığında her şeyi anlatsın bana.
Aklındakileri, gönlündekileri, her şeyi...
Sevimli olsun ağzı burnu.
Hani, hokka gibi.
Hani yaramaz çocuklarınki gibi.
Her an çıkması muhtemel hınzır kelimeler hazır beklesin dudaklarında.
Güldüğünde nilüferler açsın yüzünde, çok yakışsın gülmek.
O mavi çakır gözleri daha bir parlasın, daha bir derinleşsin.
Gül gibi koksun, goncanın hayata merhaba dediğinde saldığı aromatik koku gibi duru.
Nazlı olsun biraz, hatta dozunda şımarıklığa bile eyvallah.
Bazen asi de olsun.
Kavgalar etsin kendi kendine hatta etrafıyla.
Kararlı olsun; dik, mağrur ve bir o kadar tevazua yakın.
Servi boylu falan da olmasın, çıtı pıtı bir şey olsun, o çocuksu davranışlarını tamamlarcasına.
Yüreğine gelince...
O minik bedenine sığmayacak kadar büyük olsun yüreği.
O büyüklüğe tüm sevgileri sığdırsın.
Nefretler, hüzünler ve kederler giremesin o yüreğine.
İçin için ağlayan bir yürek olmasın.
Gülünce bir daha gülen yüreklerden olsun.
Peşinde koştursun tüm sevgilileri.
Dedim ya; nazlı olsun biraz, hatta dozunda şımarık.
Kolay olmasın o kocaman yürekte yer bulabilmek.
Çünkü girildiğinde kolay olmamalı çıkmak, hatta sonsuza kadar yer bulabilmek önemli.
Orada yıllarken de ağlatmamalı o yüreği, ömür boyu mesut etmeli.
İşte bu yüzden kolay olmamalı yer bulmak o yürekte...

Bu kadın sevmeyi, sevilmeyi özlemeli.
Vefayı, sadakâti iyi bilmeli.
Sevdiğinde gönülden, içten sevmeli.
Sevildiğinde ise aşkı tüm iliklerinde hissetmeli.
Terk edildiğinde her ne kadar kan ağlasa da o koca yüreği, yine de dimdik durmalı.
Kadere de gerekli ahı çekmeli ara sıra.
Anılar birer an olarak kalmalı ardında.
Gidiyorum dediğinde ise ardına bile bakmamalı.
Vurup kapıyı çıkmalı, bir daha geriye dönmemecesine.
Çılgınlığı hüznünü yenmeli, eritmeli acıyı gönlünde.

İşte böyle bir kadın Hayâl ediyorum.
Gelincik sigarası gibi koksun, gül, gül.
Bana baksın göz ucuyla, gülümsesin.
Bir tek ben anlayayım onu, o gülümsemesi bana bunu anlatsın.
Yazdığım her cümlenin satır başı olsun, hiç nokta olmasın onu anlattığım cümlelerin sonunda.
Güven versin bana, sonsuz bir güven.
Ömrümü vereyim ona, son nefesime kadar.
O da sevsin beni hiç bırakmamacasına...

Tanrım affet beni, işine karıştım bu gece.
Bu kadın benim olsun istedim sadece.
Hatta adı “Melek” olsun…

hayâli bile güzel...

e.
2007 yaz

17 Aralık 2008 Çarşamba

Sürgüne giderim,
Uçsuz bucaksız.
Topraklar çorak,
Çatlak mı çatlak,
Üzerinde böceklerin cirit attığı,
Issız topraklara giderim.
Kopar içimden parçalar,
Lokma lokma.
Ben giderim sürgüne,
Uçsuz bucaksız…

e.
2008 kış sürgünü

16 Aralık 2008 Salı

Dönüp dönüp seni en baştan sevmek ne hoş.
Döne döne tekrar vurulmak,
Tutkuyla, kıyasıya bağlanmak,
Ne güzel şey…

e.
2008 kış

15 Aralık 2008 Pazartesi

Seni seyretsem.
Sen karşı koltukta, ben yanı başında.
Gözlerim gözlerinin ferine aksa.
Nefesin nefesime solusa.
Sen, sen olmaktan; ben, ben olmaktan çıksak birkaç saat.
Elimi uzatsam siyah saçlarına, dokunmaya çalışsam.
Usulca sevsem.
Sen dayanamayıp göğsüme yaslasan başını.
Saatler mola verse o an.
Sonrasında, içime soluyan nefesin daha da yaklaşsa.
İçime işlese.
Ta yüreğime karışsa...
Yüzüm saçlarına gömülse.
Koklasam, koklasam, koklasam...
Gözlerimi kapatsam, başımı başına yaslasam.
Sen kulağıma sevda sözleri fısıldasan.
Oracıkta seninle çarpan kalbim kuş olsa, kanatlansa.
Saatler moladan vazgeçmese.
Gece güne varmasa.
Dünya dönmekten vazgeçse.
Ve biz kalsak öylece, ömür yettiğince.
Hiç ayrılmadan...

seni seyredebilmek... nakşetmek gönüle... usulca...

e.
2007 kış

6 Aralık 2008 Cumartesi

Hadi, kokunu ver de gideyim artık.
Gemi kalkıyor...
Gözlerin sende kalsın.
Dudaklarında öyle.
Hatta kalbin bile sende kalsın.
Acımasız davranmamak gerek sana
Zira gözlerin bir başka gözlere bakabilir,
Dudakların başka dudakları isteyebilir.
Hatta kalbin bile başka bir kalple atabilir.
Ama kokun…
Bir kokun var ya burnumda, o kâfi bana.
Haksız mıyım?

Zaman örtüyor yaşanmışlıkları,
Köreltiyor gönlü.
Bir de 'göz görmeyince gönül katlanır' girdi mi işin içine;
İyice puslanıyor suretler.
Ama kokun...
İşte onu alamıyor zaman.
Çünkü o her yerden gelir takılır burnuma, oradan da yüreğime.
Kâh bir rüzgârla, kâh bir çiçekle.
Gelir takılır...

Bundan böyle suyun üstündeyim artık.
Ara sıra güverteyi ziyaret edeceğim.
Balıkların derinlerdeki seslerini duymaya çalışacağım.
Martıların göklerde süzülürken attıkları müstehzi kahkahalara katlanacağım.
Geceleri yıldızları sayacağım.
Bazense parlak olanları sağ, sönük olanları sol tarafa ayıracağım.
Masamda erik rakısı, tabağımda beyaz peynir, gemim ise tam yol ileri gidiyor olacak.
Hangi rüzgâr nereden esiyor anlamaya çalışacağım.
Poyraz ise, delişmen,
Lodos ise, karışıksın.
Gün batımı ise, erken yatmışsındır o gece.
Karayel ise sıkıntılısındır, kupkurudur düşüncelerin o gün.
Ama ben hep Kış musonunu bekleyeceğim.
Karadan denize doğru vuran ve yağış bırakan rüzgârı.
Tıpkı bana kokunu getirip, yüreğime aşkını yağdırması gibi.
Anlayacağın; nereden bakarsan bak, geliyor kokun bana.
Haksız mıyım?

Kalkıyor gemim.
Aşkı-sevdayı sana bırakıyorum.
Hayatı bile.
Ama kokun…
İşte o hep benim.

küpelerimi taktım... açılabilirim artık denize... dönmemecesine…

e.
2007 kış

Kısa Not: Bir erkeğin küpe takmasının nedenlerinden biri de denizci olmalarından kaynaklanır. Zira bir denizci yalnızdır ve nerede öleceğini bilemez. Nedir, nerede ölürse ölsün küpeleri onun gömülmek için tek servetidir.

5 Aralık 2008 Cuma

Aşk nasıl yazılır?
Neresinden bakarsan bak üç harf ve tek hece.
Dünyayı dar eden de, dünyalara dünya katan da bu hece.
Yüreği sızım sızım sızlatan da, ılık rüzgárlar hissettiren de sadece bu üç harf.
Nasıl yazılırsa yazılsın devasa bir yazı oluveriyor yazıldığı yerde.
Cakasından geçilmiyor.
Kibir tek güzelliği olmuş adeta.
Asla ödün vermeyeceği bir kibir.
Her şeyin sahibi sanki.
Tüm sokaklar onun,
Tüm duraklar,
Tüm pastaneler,
Tüm parklar,
Doğanın tüm ağaçları,
Hatta bütün duvarlar da onun...

Aşk insana yazılır, insan aşka değil.
Gönlünü kime vereceğin sadece onun tekelindedir.
İnsan emir kuludur aşkın, nereye çekerse oraya gider.
Hayatta mantığı alt edebilen tek şeydir aşk.
Normali anormal yapan da aşktır.
İnsana bahşedilmiş ruhu bile bir tek o tanır yakından.
Ruhun sıkıntı ve coşkusunu o dengeler.
Kalbin ipleri de elindedir, ne zaman dizginleyip ne zaman gevşeteceğini çok iyi ayarlar.
Dilin olası sözcüklerini o kurar.
İstediği zaman dizgide hata yapar, kilitler.
İstediği zaman edebiyat parçalar, su gibi konuşturur.
İnsanı emer aşk,
Posayı görene kadar...

Aşk nasıl yazılır?
Meselá bir yazar, nasıl yazar aşkı?
Düşük cümleler mi kurar yoksa devrik mi?
Yazarken ağlar mı?
Çok mu zorlar yüreğini?
Yoksa alışmış mıdır artık aşkın cümlelerine?
Parmakları arasında sigara izmariti var mıdır?
İçin için bir şarkı çalar mı plaktan yazarken?
Şiirle mi yoksa kısa öyküyle mi anlatır?
Kurşunkalemle mi daha güzel yazar yoksa tükenmezle mi?
Cümlenin başında mı daha can alıcıdır yoksa ortasında mı?
Peki sonunda nasıl bir his uyandırır... Aşk?
Bunları da düşünür mü yazar?
Kuşe kağıtta daha mı yakışlı poz verir?
Dosya kağıdı kadar beyaz ve zengin mi?
Yoksa saman kağıdı kadar gariban mıdır... Aşk?
Kaç sayfalık kitaptır?
Önsözünde neler yazar?
Peki sonu hep hüsran mıdır bu aşkın?
Peki bunları düşünür mü yazarken?

Aşk sevene yazılır, terk edene değil.
Kendini tanıtan aşk kaşla göz arasında kaybolur aniden.
İki kalbe bırakır tohumlarını.
Hangisi sular ve canından öte tutarsa fidanı o sevdalanmıştır artık.
Hangi gönül büyütürse bin bir fedakárlıkla fidanı o sevgilidir işte.
Gerçek sevgilidir.
Hangisinin gözü karaysa o tutar sevda sancağını elinde.
Hangisi acıya dayanıklıysa o vefakárdır.
Hangisi terk edilme pahasına beklemedeyse odur saf sevdalı.
Bazen;
Giderayak tek kalbe bırakır tohumu aşk.
Tek bir kalp yanar sonsuza değin.
Karşı kalp bilmez, göremez, hissetmez sevildiğini.
Bu da aşkın acımasız yüzüdür.
Tavla da hep düşeş gelmez, işte böyle hep yek de gelir bazen...

Aşk nasıl yazılır?
Neresinden bakarsan bak üç harf ve tek hece.
Kim yazarsa yazsın,
Kim çekerse çeksin,
Kim güler kim ağlarsa ağlasın,
Kim...

Neyse;
Neresinden bakarsan bak üç harf...
Tek hecedir be!...
Aşk işte...


bana aşkın resmini çizebilir misin...?

e.
2007 yaz

3 Aralık 2008 Çarşamba

Dar salonun tek penceresi ardına kadar açık,
Havada yağmur bulutları hazır kıta,
İçeri doluşan karasinekler cirit atıyor.
Aç martıların damlarda yer bulma telaşları,
Sokaktan geçen karpuzcunun bet sesi,
Araya karışan tiz ve iç burkan cankurtaran sireni,
Mahalle çocuklarının futbol aşkı ve akabinde cam kırılma sesi,
Yelloz kadının çocukları kovalaması,
Mahalle delisinin kendini otomobillerin arasına park etmesi…
Dar salonun penceresinden sızan kesif votka kokusu karışıyor kışın ilk günlerindeki yaz havasına.
Araya sıkışan karanfil kokulu sigaranın dumanı etrafı yavaşça boğmaya başlıyor.
Kısık sesli ne idüğü belirsiz bir şarkı yükseliyor bu evden.
Sehpada yüz gram tuzlu leblebi,
İşin lüksü çikolata da votkaya yarenlik etmekte…
Oysa saat daha öğle on dört otuz,
Akşama çok var.
Ya ertesi güne?
Ona da çok var.
Hadi sağlığa…

e.
2008 kış

29 Kasım 2008 Cumartesi

Geçen gün…
Geçtiğimiz salıydı sanırım.
Oldukça sert geçen Mart ayının herhangi bir haftasına denk gelen bir Salı…
Kar tipiye çevirmişti, gözlerim ve romantik romantik atan yüreğimin zevkini altüst ederek.
Aslında bir yanım hınzırca gülümsüyordu sanki.
Çünkü tipiyi tipi yapan poyraz almış başını savurup duruyordu beyaz parçacıkları etrafa.
Serserilik var ya serde…

Poyrazı severim, hem de en derinden.
Yalanı yoktur, merttir.
Geliyorum dedi mi gelir, utandırmaz onu bekleyenleri.
Hoş, hangi deli gelmesini bekler, o da ayrı bir konu.
Ama var benim gibi deliye yakın olanlar, bekler gelmesini arada bir.
Sonra Poyraz delişmendir, hafiften serseridir.
Esti mi süpürür önüne geleni, gerektiğinde yıkar geçer.
Biraz da sorumsuzdur, eyvallahı yoktur.
Etrafına bakmadan üşütür, çeneleri birbirine çaktırır durur.
Nedir; temizdir, saftır.
Şehrin tüm pisliğini alır götürür,
Geriye sert ancak saf bir hava bırakır.
Bu da sertliğinin bir diyetidir adeta.
Hele ki o sesi yok mu?
İşte, beni benden alan yegâne melodi…
Bir melodi bu kadar ürkütücü olmakla beraber bu kadar mı alımlı olabilir.
Bu kadar vahşiyken bu kadar mı kendine âşık edebilir insanı.
Pes…
Efe’dir Poyraz kısacası,
Başı hep dik, alnı hep açıktır…

Lodosu ise sevmem, hem de hiç.
Yalancıdır, ikiyüzlüdür.
Geliyorum der, gelmez.
Gelir, kimsenin haberi dahi olmaz.
Sünepedir Lodos.
Esmekle esmemek arasında dolanır durur.
Esner sanki
Esneyince de ağzı kokar, etrafın güzelim havası değişir birden bire.
Sorumsuzluğun ötesinde kaypaktır.
Kendi keyfine sıcak eser, kandırır herkesi.
İnsanlar mevsimlerden bahar ise incecik giyinir;
Kedicikle köpecikler de toprak ısındı deyip her bir köşeye kıvrılıverirler.
Balıkçılar açılır denize “rasgele” deyip, güneşi selamlarlar.
Nedir, bir anda değişir, yağmuru kandırıp beraberinde havayı da şaşırtarak satar güzelim güneşi.
Kayıkları alt üst eder, balıkları küstürür,
Şehrin tüm pisliğini ortada bırakır ve kaçar gider ardına bakmadan.
Sesi de kör karakarga gibidir.
Melodinin ruhuna rahmet okuturcasına, akortsuz bir keman gibidir.
Bu kadar mı tüyler diken diken olur o sesi duyulunca,
Bu kadar mı hayattan bezer insan.
İkiyüzlüdür dedik bir kere Lodos’a.
Başı hep önde, alnı hep lekeli…

Ya Meltem’e ne demeli?
Böylesine aşk’ı çağrıştıran bir yel olabilir mi?
Rüzgâr bile değil,
Yel…
Öyle narin ki,
Peşine taktığı çiçek kokularına, denizden fışkıran iyot kokularını ekliyor da öyle esiyor.
Meltem aşktır, sevdadır.
Bir kadının koynu gibidir;
Sıcak ve bir o kadar aldatıcı.
Ama sevgidir sonuçta, kızamazsın onun bu hallerine.
Tüm şehir pembe panjurlu bir ev olur o estiğinde,
Etraf binbir renkli çiçekle dolup taşar.
Kimse gitsin istemez,
Gece, yıldızlar hatta ay bile esmesini ister hiç gitmemecesine.
Sabah, yeni doğan güneş bile gitmesin ister.
Sesi mandolin’e benzer;
Öylesine derin, öylesine kaynaştırıcı ve baş döndüren…
İşte, böylesine narin,
Böylesine romantik
Ve
Böylesine dosttur Meltem.
Başı hep dumanlı, alnı hep pamuk…

Rüzgârlar gibiyiz…
Bazen hırçın ama
Gönül sevgiyle dolu, yalandan uzak…
Bazen ikiyüzlü,
Gönül ihanete teslim, yalana gark olunmuş.
Bazense âşık,
Gönül sevdaya tutulmuş; gözler kör, yürek hazır kıta.
Ancak
En mühimi;
Hangi rüzgâra teslim olunacağını bilmek,
Hangi rüzgârın koynunda yıllanacağını hissetmektir.
Gerisi sadece bir ayrıntıdır…

haydi, es vre deli rüzgâr!... al beni benden…

e.
2008 kış

28 Kasım 2008 Cuma

Gün gelir bir meyhane masasında tek başına kalırsın.
Masanın bir tarafında sen diğer tarafında gölgen.
Gölgeni adam niyetine koyarsın birkaç saatliğine.
Anlatacaklarını o dinleyebilir sadece.
Alışkındır nasıl olsa sana.
Güçlüdür, soğuktur, duygusuzdur ve en önemlisi dilsizdir gölgen.
Sen konuştukça o susar, sen ağladıkça kılını kıpırdatmaz, mendil uzatmaz.
Teselli etmek uğruna kalkıp omzuna atmaz elini.
Ben kalkıyorum da demez, sen yıkılmadıkça terk etmez masayı.
Kelimeler delirmişçesine çıkar artık dilinden.
Dizginlemek gelmez içinden.
Nasıl olsa gölgenlesin.
Kadehin birçok kez doldur boşaltlara maruz kalır.
Uyuşmuşsundur tüm iliklerine kadar.
Efendiliğini yaptığın bedenin firar etmiştir senden.
Kalbin ise tüm utangaçlığını terk etmiş, kelimelerin delirmişliğine bir o kadar çılgınlıkla karşılık vermektedir artık.
İçkinin esareti altında olmak gerçek seni çıkarıverir ortaya.
Artık ondan, “şu” ve “bu” diye söz etmeye başlarsın.
Sevmeye kıyamadığın, aldığı her nefesi hayatınla eşdeğer o kadın "şu" "bu" olmuştur.
Herhangi biridir artık o kadın...

Üstüne titrediğin aşkın, kalbinin utangaçlığını terk etmesiyle “aşk meşk yoktur” olmuştur.
Kıskançlığın diz boyu olduğu günler yerini “göz görmeyince gönül katlanır” a bırakmıştır.
Bir erkek elinin “onun” belinde olduğunu düşünmemek için içersin her fırsatta.
Bir erkek dilinin “ona” aşk sözcüklerini fısıldayabileceği ihtimalîni bile düşünmemek için kadehini daha fazla içkiye boğarsın.
Hasretinin tüm ömrünü heba ettiğini bile bile kendini sürgüne gönderirsin çekinmeden.
Sürgün derinlik, vurgun ise derinliğin kaderidir, bilirsin.
Vurguna bırakırsın kendini.
Vurgun umudundur, tatlıdır çünkü. Bunu da bilirsin.
Oysa vurgun yiyen ne zaman iflâh olmuştur ki?
Hangi zalim geri dönmüştür?
Geri dönüp ne zaman seni derinlerden çıkartmış ve göğsüne sarmıştır ki?
Ne zaman?
Herhangi biridir artık o kadın...

Aşkını tek başına bırakandır, avare edendir.
Dost meclislerinde seni tek başına koyup utandıran,
Yalanlarıyla seni dipsiz kuyuya atandır.
Sokakta yürüyen herhangi bir kadındır artık o.
Herhangi bir kadının gözüdür, gözleri.
Herhangi bir kadının kaşıdır kaşları, kirpikleri, elmacık kemikleri.
Herhangi bir kadının saçlarıdır lüle saçları.
Üzerine giydiği mavi palto da herhangi bir kadınındır.
Tüm 36 numara ayaklar da herhangi bir kadının ayakları,
Parmağına taktığı yüzük de herhangi bir kadının yüzüğüdür.
Yüzündeki gülücükler bile herhangi bir kadının yüzündeki gülücüklerdir.
Ne âlemde olduğunu merak etmezsin artık o kadının.
Sağlığını hiç düşünmez,
Yediği lokmaları da saymazsın hayalînde.
Geceleri duan da değildir.
Ne bir filmin repliği, ne de bir şarkının makamıdır.
Yaşadığından bihabersindir.
Kısacası;
Herhangi biridir artık o kadın...

O gün geldi ve ben meyhanede tek başınayım bu gece.
Gerçekten de masanın bir tarafında ben öte tarafında gölgem var.
Gerçekten de gölgem beni dinliyor büyük bir dikkatle.
Ne teselli etmek için kalkıyor yerinden, ne de mendil uzatıyor gözümün yaşına.
Sadece dinliyor.
Uyuşuyorum.
Kelimelerim deli,
Bedenim firarda,
İçkim ise bir doluyor bir boşalıyor kadehime.
Ben, gerçek ben oluyorum artık.
O ise “şu” “bu” oluyor bir anda.
Yani
Herhangi biridir artık o kadın...

vallahi içkiden değil... herhangi biridir artık o kadın...

e.
2007 bahar

27 Kasım 2008 Perşembe

Yine o bildik sabahlardan biri.
Yatak beni çağırıyor, yorgan sarılmayı bekliyor.
Hava puslu, yağmura çeyrek var.
Uyku değil beni yatağa çeken.
Taşınası zor bir yalnızlık,
Altından kalkılması imkânsıza yakın boşluk beni yatağa mıhlayan.
Her sabah bir diğer sabahın kuyruğuna tutunuyor adeta.
Nasıl oluyor da birbirinin aynı olabiliyorlar.
Yanıbaşımda duran ayna bile hep aynı beni gösteriyor.
Kaç kere dua ettim sırları dökülmesi için.
Döküldü de, ama karşımda gördüğüm yine aynı ben…
Yatağını paylaşamamak ne kötü.
İçinde küçücük biri oluveriyorsun sanki.
Çaresiz ve korkak.
Tutunacak bir dal arayan bir saka, bir ispinoz gibi.
Hani o dalı bir bulsan hemen şakıyacaksın.
Sığınacak sıcak bir koyun arıyorsun.
O koynun kokusunu özlüyorsun.
Başını hafif kaldırdığında seni senden alan gözleri arıyorsun.
Hatta gözlerini kapamak istemiyorsun, seyretmek istiyorsun yanında serserice uyuyan ince bedeni.
Saçlarıyla harman olmak istiyorsun, lülelerin içinde kaybolmak.
Burnunu burnuna dayamak istiyorsun tüm nefesini içine çekebilmek için, değme keşlere nazire yaparcasına,
Tek bir soluk dışarı kaçmamacasına.
Dudaklarını dudaklarına teğet geçiriyorsun, öyle alıyorsun tadını, uyanmasın istiyorsun.
Çünkü öyle güzel uyuyor ki.
Sağındaki solundaki meleklerin kıskançlıktan çatlama seslerini işitiyorsun.
Şaşırmıyorsun bu fesatlığa, zira alışkınsın.
Gece sabahın ilk ışıklarına tutunma çabalarındayken, sen almışsın bu kez koynuna bu güzelliği.
Öyle sarmışsın ki terler karışmış her iki bedene.
Alına bırakılan günaydın busesi, umutlu bir günün müjdecisi oluyor adeta.
...
Ne sabahlarda arıyorum kabahati, ne de aynalarda.
Kader desem,
O da kabahatsiz.
Aşağıdaki komşunun da yok,
Gece boyunca arka bahçede miyavlayan kedinin de,
Karşı apartmanda yaşayan üç kız kurusunun da yok kabahati.
Telefonumu çaldıran sapıkların,
Apartman merdivenlerini silen kadının,
Yan dairede ağlayan bebeğin,
Çatımda cirit atan her biri piliç büyüklüğündeki martıların,
Sokaktan geçen narası bol sarhoşların,
Sürekli pencere camıma vuran yağmur damlacıklarının da yok kabahati.
Kimsenin yok günahı gitmende.
Benim de yok.
Senin de yok.
Kimsenin yok.
Zamanımız dolmuştu sadece...
Nasıl olur da “beni terk etti” derim senin için?
Yatağımı paylaştığım,
Ruhumu bölüştüğüm,
Yalnızlığı kovduğum,
Hüznü def ettiğim,
Acıyı tatlıya kardığım,
Gözlerinde kaybolduğum,
Bedeninle coştuğum,
Sevdamızı büyüttüğümüz koca yüreklerimiz hatırına,
Nasıl olur da “beni terk etti” derim senin için?
Varsın ihanetin halkası geçsin boynuma.
Varsın sevgin bitsin, fırlatıp at bir kenara benle dolu kalbini.
Varsın bir daha arama; günlerce, haftalarca, aylarca.
Hatta yıllarca...
Yine de suçlamayacağım seni.
Bağırıp çağırmayacağım avazım çıktığı kadar.
Sorularla bunaltmayacağım, gidişini sorgulayan.
Çünkü pişmanlığın yaktığını bileceğim o yüreğini...
Mutlu musun da demeyeceğim.
Çünkü mutsuzluğunu yüzüne vurmayacağım...
Seni sevdiğimi de söylemeyeceğim artık.
Çünkü katı kalbin hatasını anlayacak bir gün...
Seni suçlayamam ben.
...
Tozlandım sensizlikten nazlım.
Yosun tuttum,
Paslandım.
Tek kişilik saklambaçtan bıktım, usandım.
Yoruldum beklemekten;
Tek başıma sevmekten,
Kıyıda sensiz yürümekten,
Çayımı yalnız içmekten.
Bugün kapatıyorum bu sevda kapısını.
Açılmamacasına...
Sakın üzülme, kırılma da.
Gidişin ne benim kabahatim, ne de senin.
Zamanımız dolmuştu sadece...

biz masumuz hakim bey... sakın sorma “katil kim” diye...

e.
2007 kış

26 Kasım 2008 Çarşamba

Sen tozpembe hayallerimin dördüncü katındasın.
Ruhumun dar merdivenlerini, yıllanmışlığına aldırmadan hızlıca çıktın.
Her basamak fırtınalı hayatımı anlatıyordu sana.
Biliyordun.
Ancak yine de vazgeçmedin, yukarı doğru adımlarını daha da hızlandırdın.
Sen şimdi yukarı çıktın ya, artık gönül apartmanımda giriş kat diye bir şey yok.
Sadece dördüncü kat var.
Hep orada kal.
Orada sana kalbimin en geniş salonunu açtım. İstediğin gibi yaşa.
İstemem senden başka bir şey.
Sadece orada olduğunu bileyim yeter.
Konuşma bile.
Bana, o buğulu, içi gülen ve derinliğiyle hayatımı ısıtan gözlerin baksın yeter.
Biliyorum, bir gün gelmeyeceksin dördüncü kata.
Ruhuma.
Gidecek ve unutacaksın.
İyisi mi şimdilik bunu düşünmemeli, sen yalnızca misafirliğinin tadını çıkarmalı, bense senin yürek çarpıntılarınla avunmalıyım.
İstediğin yerde oturup, istediğin yerde yatabilirsin.
Sadece orada kal.
İstersen çık dolaş. Başka başka yerlere git.
Ama yine dön gel.
Gitme temelli.
Hem oradan bir başka görünür dünya.
Bahçeler başka yeşildir, başkadır çiçeklerin renkleri.
Erguvanlar bir başka bakar sana, papatyaların sarısı beyazıyla bir olup cümbür cemaat sana gelir olurlar.
Gece olup da başını gökyüzüne kaldırdığında yıldızların dansını seyredersin sonsuz sahnede bir süre.
Kimi tango, kimi sirtaki yapar gibi görünürler.
Böyledir işte dördüncü kattan görünen dünya.
Bir odasını meyhane yaptım bu katın.
Sırf senin için.
Uğramadığın zamanlar, yorgun ruhum orada huzur bulsun diye.
Biraz rakı, biraz su, biraz müzik ve sadece sen.
Öyle sessiz olur ki sensiz bu kat.
Nefessiz, kokundan uzak, gözlerinden mahrum.
Sarılmalar öksüz.
Kalbim de pencerelerini sıkı sıkıya kapar olur gelmediğin zamanlar.
Çünkü gece çekilmez oluyor, saatler alıp başını gitmiyor burada olduğun gibi. Akreple yelkovan küs oluyorlar, ilerlemiyorlar.
Bu katın her yanı toz toprak kaplanır olur yokluğunda.
Anılarımın üzerindeki bir parmak toz, kapağı kaldırmamam için öyle ağırlığını koymuş ki cesaret edemem açmaya.
Eğer açarsam, biliyorum ki senden başka hiçbir şey yok içinde.
...
Saat zor da olsa ilerliyor.
Hala yoksun.
Dördüncü kat hala sensiz, sessiz.
Belki birazdan “Ben geldim” diyen sesine gözlerindeki aşk eklenmiş olarak geleceksin.
Belki yarın...
Öbür gün...
Daha öbür gün...
Ama ya diğer gün...?
Diyorum ya;
İşte o gün gelmeyeceksin.
Unutacaksın.
Gözlerinden kalbime kurduğun aşk yolu boş kalacak.
Teninden burnuma takılan kokun ise poyrazın eşliğinde başka bir tene gidecek.
Ağzından çıkan “Sadece sen” kelimeleri ise susacak, yan yana gelip bir cümle oluşturamayacak.
Ben şimdiden dördüncü katın balkonundaki saksılarda çiçek yetiştirmeye başladım.
Gelmezlere takıldığında, sen sen koksun diye tüm ruhum.
Mesela;
Fesleğen fesleğen.
Şimdiden meyhanemi doldurdum anason kokularıyla.
Şarkılar ise yıllanan ruhumu kandırmak için sırayla çalacaklar köşedeki pikapta.
O da tamam.
Hazırım artık kapının çalmamasına.
Sensizliğe.
Sessizliğine.
...
Dördüncü katın zili çalmıyor.
Saat zaten çoktan vazgeçmiş her şeyden
Yoksun işte. Yoksun kere yok.
Acaba bu gün hangi gün?
Bu gün mü?
Öbür gün mü?
Daha öbür gün mü?
Yoksa...

olsun... yine de dördüncü kat senindir...

e.
2005 yaz

25 Kasım 2008 Salı

Yosunlu bir kayanın ardına saklanan kadın;
Hüzünlü bir yüz,
Ağlamaklı gözler,
Umudunu yitirmiş bir gönül.
Ne yosununa aldırmış kayanın ne de rutubetine.
Öylesine saklanmış, yaslanmış.
Anaç kalpli kadın dalgın gözlerle bakıyor denize.
Liman gibi görmüş yaşlı bedenini yıllarca.
Poyrazlara, lodoslara biraz da keşişlemeye kafa tutmuş.
Yıpranmış, kırılmış olsa da derinden, hâlâ yerinde, dimdik.
İnatla bir gemi bekler.
Oysa ne gemiler geldi demirledi bu limana.
Rüzgardan savrulan bordası* yaralanan mı,
Fırtınadan seren’i** kırılan mı,
Sintinesi*** su alan mı...
Hepsi yanaştı bu limana.
Onardılar gemilerini, aldılar erzaklarını.
Liman o mağrur duruşuyla sapasağlam yolculadı bu gemilerin tümünü.

Ama bir gemi var ki...
Uğramadı hiç.
Hep alargada**** kalmayı tercih etti.
Neden yanaşmadı limana?
Sığ mı sandı acaba suyu?
Yoksa limana atacağı halatları mı eskimişti?
Belki türlü limanlara uğramaktan sıkılmıştı.
Bu limanı da diğerleri gibi mi sanmıştı acaba?
Oysa bilmedi bu limanın onca savaşının sırf o gemi için olduğunu yıllarca.
Hiç bilmedi, onun için poyrazla ettiği kavgaları, dalaştığı lodosu.
Temelindeki yosun istilâsına da ses çıkarmadı.
Sağına soluna yapışan fuskalar***** bile yıldırmadı onu.
Hatta yanaşan gemilerin hoyratça darbelerine bile bana mısın demedi.
Hep o gemiyi bekledi.
Küçük bir gemiydi bu.
Direği mavi beyazdı.
Pek fazla bir özelliği de yoktu aslında.
Ama ille de o gemi.
Küçük, mavi beyaz direkli gemi...

Bugünlerde serin Ege’nin havası.
Bulutlar güneşi saklıyor.
Ağaçlar kederli, yapraklarını döküyorlar.
Deniz küskün, soğumaya yüz tutmuş suları.
Sonbahar geldi Ege’ye.
Şimdi o kaya daha da ıslanacak rutubetten.
Ardına gizlenen kadın ise tekrar bekleyecek baharı.
Yüzüne mıhlanan hüzün,
Gözlerinden süzülen yaşlar,
Umudunu kör bir kadere bağlamış bu kadın yine orada olacak.
Yaşlardan arta kalan gözleriyle engin denize bakacak.
Yine yanaşacak gemiler.
Onu selâmlayacak bazıları.
Bazılarıysa hoyrat davranacaklar.
Hiç biri umurunda olmayacak, acıtmayacak yüreğini.
Çünkü o hep küçük gemisini bekleyecek bir yerlerden.
Direği mavi beyaz olan gemi belki de çapasını açıklarda atmayacak.

Kar, kış, kıyamet, fark etmez.
Yeter ki gelsin artık, bitsin bu hasret.
Liman yorgun, liman kırgın zira, daha ne kadar dayanır bilinmez.
Sadece bir gün.
Hiç olmazsa önümüzdeki bahar, bir gün...


kaderidir özlemler limanın...

e.
2007 yaz


Borda* : Gemide su kesiminden yukarıda kalan kısmına verilen isim.

Seren** : Gemilerde bulunan büyük yelken direği

Sintine*** : Bir teknenin/geminin su hattı altında kalan iç kısımdır.

Alarga**** : Günlük denizcilik dilinde, yanaşmadan önce demirde beklemek anlamını taşır.

Fuska***** : Çok değerli, çift kapaklı bir mollusk türü olan deniz canlısı.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Gidenin ardından konuşulmaz…
Her ne kadar derin izler bıraksa da giderken,
Yine de konuşulmaz.
Ama ya kalp?
Onu susturmak mümkün müdür?
Dili susturmak kolaydır,
Konuşmam dersin konuşmazsın,
Biraz da inat…
Ama ya kalp?
Sus desen olmaz,
Dur desen anlamaz.
Zordur vesselâm.
Gider gitmez başlar hayıflanmaya,
Çünkü dil gibi değildir.
Vefayı iyi bilir;
Aşkı,
Sevgiyi,
Ter edilmeyi,
İhaneti
Ve ardında da,
Derin sızıyı…
Kalp böyle bir şey işte;
Gözü vardır,
Lakin
Gözyaşı yoktur,
Hüngür hüngür, için için ağlamaz.
Hesap kitap işinde çok ustadır,
Öyle çeteleler tutar ki
Benim diyen mahkûm bile hayretler içinde kalakalır.
Biraz acımasızdır yani,
Az buçuk kini de vardır.
Nedir, yine de narindir kalp,
Örselenmeye gelmez,
Büker boynunu.
Kötü sözlere dayanamaz,
Kem gözlere de.
Böyle anlarda susmanın dilinden iyi anlar…
Giden gitmiş bir kere;
Ağıtlar yaksan ardından,
Yaksan da hatıraları,
Öldü artık dese de dilin,
Çare yok;
Kalp yaşatır onu ta fecre kadar…

e.
2008 kış

22 Kasım 2008 Cumartesi

Bu on yaşındaki bir çocuğun hikayesidir...
On yaşındaki çocuğun aşkı anlamaya çalışması, hatta anlamasıdır.
Aşkı yaşlanacağı yıllara kadar içinde saklamasının hikayesidir.
Aslına uygun... Derincesine...
...
Otuz sene önce bir mahalle...
Öyle bir mahalle ki, geçmişin saflığını yaşayan mahalle, günümüz çirkefinden eser olmayan mahalle.
Komşuluğun, insanlığın tavan yaptığı yıllar.
Aşkın aşk gibi, sonuna kadar yaşandığı mahalle.

Feriha...
Feriha adında bir kız vardı mahallede.
Yirmi iki yaşında ya var ya yok.
Babası yoktu, bir anneciği vardı, bir de erkek kardeşi.
Köprülü Pasajı adındaki handa bir giyim mağazasında çalışırdı.
Namusluydu köküne kadar.
Kumrallığın bu kadar yakıştığı bir kız böyle olabilirdi ancak.
Saçları uzun, sarıya yakın ancak sarı değil.
Gözler elaya yakın ancak tam ela değil, kahve rengi.
Yok, yok...
"Kahpe rengi" gözleri olan bir kızdı.
Boyu fidan gibi.
Dudaklarına musallat olan davetkâr gülümse akılları baştan almaktaydı.
Yanakları yerine göre al al olan bir kızdı Feriha.
Ayaklarında terlikler sokakta salına salına yürürdü.
O zamanlar sokakta terlik giyenler hafif meşrep tabi.
Olsun, Feriha'nın umurunda mı?
Merdivenli bakkalın altında, bodrum katında otururlardı.
Yakışmazdı ona o yer.
O, beşinci katta oturmalıydı aslında, en tepede.
Sokakta yürümeye başladığında rüzgârın da yardımıyla bir koku salardı etrafa.
Rüzgâr estiğinde bu kadar mı güzel olabilirdi bir kadın.
Bu kadar mı güzel kokabilirdi...?
O saçları bu kadar mı ahenkle uçuşurdu?
Bu kadar mı hüzün yakışabilirdi yüzüne?
Bu kadar mı yakışırdı gözyaşı ve bir o kadar gülmek?
Bir afetti Feriha...

Ayhan Abi...
Mahallede bir de Ayhan Abi vardı.
Göçmen, yağız delikanlı.
Güzel futbol oynar, asayişin hakkını verirdi mahallede.
Zamanın gençleri saygı, çocukları da sevgi de kusur etmezlerdi ona.
Annelerin sevdiği, çocuklarına örnek gösterdikleri abiydi o.
Ailesi muhafazakâr ama kendisi asiliğin baş karakteriydi.
Nasıl beceriyorsa beceriyor, aileye çaktırmıyordu bu asiliği.
Harbi adamdı Ayhan Abi...
Mangalları kıskandıracak bir yüreğe sahipti, kocaman.
Ayhan Abi aşıktı.
Feriha’ya...
O koca mangal gönüllü eriyordu Feriha'nın gözlerinde, gülüşlerinde.
O delikanlı gidiyor, yerine muhsin bir erkek geliyordu.
Mahallenin asayişi mola veriyordu Feriha'lı dakikalarda.
Yaşamın tadı da oydu, tuzu da.
Feriha...
Gönlü erimiş bir çelik gibiydi Ayhan Abi Feriha'nın karşısında.
Savunmasız ve bir o kadar çaresiz.
Merdivenli bakkaldan ne lüzumsuz alışverişler yapardı.
Kimi zaman bir tıraş bıçağı, kimi zaman bir diş macunu.
Bodrum katına yakındı ya...Yeter.
Arkadaşlarıyla Merdivenli Bakkalın ilk basamağında sohbet ederdi sabahın ilk saatlerine kadar.
Bilirdi sesinin "bas" olduğunu ve duyuracağını Feriha’sına...

Feriha ise yatağında zorlu yeni güne hazırlanırken Ayhan’ının sesiyle huzura ererdi.
O "bas" ses ona ninni gibi gelirdi.
Huzuru bulduğu sesti Ayhan’ının sesi.
Ömrünü adayacağı can’ın sesiydi,
Hayâllerini kurduğu sevgilinin çığlığıydı ,
Gördüğü güzel düşlerin kahramanıydı,
Hasretini çektiği babanın, koruyucu meleğinin sesiydi o ses.
Sabah olur her şey yeniden başlardı.
Feriha mağazaya,
Ayhan, baba yadigârı altın atölyesine.
Akşam paydos olduğunda kıçı kırık parkta buluşurlardı.
İki ara bir dere söylenen aşk sözcükleri tüm günün özlemini giderirdi adeta.
Ayhan’ın “seni seviyorum” ları bir salıncakta, “ömrümsün” diyen Ferihanın çığlıkları diğer salıncakta.
“Sensiz olamam” haykırışları ise tahterevallinin her iki tarafında yankılanırdı, bir aşağıda bir yukarıda.
Mutluydular o yarım saat içinde... Hem de çok...
Ya akşam olduğunda...
Her şey sarpa sarardı.
O delikanlı Ayhan Abi evinde ailesine boynu bükü kalırdı her nedense, savunamazdı aşkını.
Delikanlı bir yüreğe ters düşse de bu vaziyet, tıkanıyordu sanki ana baba karşısında, tek laf çıkmıyordu ağzından.
Aşamıyordu bu sarp engeli.
Feriha da öyle...
Davul bile dengi dengineydi annesi ve kardeşince.
Ayhan kim Sen kim...?
Olmaz bu sevda...

Günlerden bir gün...
Ailesi resti çeker Ayhan Abi’ye.
“Bu kız hafif, ailemize yakışmaz”
Ya “BİZ”, ya “O”
Ayhan Abi değerleri olan insan, aile önde.
Ama ya aşk...?

O sene ayrılıyor bu iki aşık.
Biri bir yana, diğeri öte yana.
Gözler birbirine kenetlenmiş, ancak çaresizlik ön sırada.
Savruluyorlar, hoyratça...
“Gitme kal “ yalvarışları sessiz bir çığlığa tutunmuş.
Gözler donmuş,
“FERİ” bir yerde “HA” sı bir yerde.
Bir araya gelmemecesine...
...
Feriha bir Belçikalıyla evlendi o sene.
İstemedi bir Türk’le evlenmek.
İstemedi bu havayı solumak.
İstemedi Ayhanlı bir hayatı.
Yaşayan bir ölü havayı nasıl soluyabilirdi ki?
Gitti Feriha...
Telli duvaklı gelin oldu.
Mahalle yarı yasta yarı düğünlerde.
Gitti Feriha... Gözyaşlarını saklaya saklaya...

Bir sene sonra kucağında çocuğuyla geldi Feriha Belçikadan.
Nurtopu gibi kızı vardı.
Ayhan Abinin de kızı vardı.
O da evlenmişti, bir Türk kızıyla.
Üstelik Üsküplüydü, memleketli...
...
Bu on yaşındaki bir çocuğun hikayesidir.
On yaşındaki çocuğun aşkı anlamaya çalışması, hatta anlamasıdır.
Bu çocuk şimdilerde büyüdü.
Kocaman adam oldu.
Ama aşkı unutmadı.
Aşkın ne olduğunu hâlâ biliyor.
Aşk denince aklına ilk önce;
Feriha ile Ayhan Abisi geliyor.
Acı da olsa...

nasıl çekmem kadere ah...? nasıl...?

e.
2007 yaz

21 Kasım 2008 Cuma

Bir oyun oynadık.
Oynandı ve bitti...
Ne bir şeyler aldık ne de istedik.
Ne bir kırgınlık var gönlümüzde ne de pişmanlık.
Değil mi ki aşk başlarken terk edilmeyi göze almak.
Ağlamaya, sızlanmaya hakkımız var mı?
Peki ya şikâyete?
Olsun ki kalbimizin kırılmayan tek bir parçası kalmadı.
Olsun ki gözlerimiz yaşlarla yıkandı.
Olsun ki yokluğu gördük her bir adımımızda.
Olsun ki seslerimiz sessizleşti kulaklarımızda.
Bir oyundu.
Oynadık ve bitti...
Zaman tükendi.
Zaman tüketti.
Ömürden ömür koptu.
Törpülendi yaşanası günler.
Sensiz geçen günler ne acı.
Zamana yenilmek ne kötü.
Oysa zamana beraber kafa tutmak,
Onunla alay etmek,
Hayatın kanununu yeniden yazmak varken,
Zamanın tüketişine boyun eğdik.
Bir oyuna daldık gitti.
Baştan okumadık hikâyeyi.
Öylesine, hemen başladık, fütursuzca.
Bu olsa olsa fırtınaya kafa tutmak gibi bir şeydi.
Asiliğe asilikle cevap vermekti.
Dünyayı umursamaz bir alayla hafife almaktı.
Konulmuş kuralları aşmak istedik biz,
Kırmak istedik gerçekliğin prangalarını.
Bu yalan hayatı aşmak istedik seninle ben.
Gidişlere dur demek istedik.
Özlemlere set çekmek,
Sevdalara sevda katmak istedik.
Olmamış güzelliklerin hayâlini kurduk.
Nefesimizi nefeslerimize kilitlemek istedik,
Gözlerimizi gözlerimize mıhlamak,
Tenlerimizi tenlerimize sunmak istedik.
Korkmadık bu hayâlleri kurarken.
Hiçbir şey de söylemedik.
Sadece birbirimizi almak istedik,
Başkalarından kaçırmak istedik birbirimizi.
Ellerimizi ellerimize kenetledik,
Kaçtık.
Bazen koştuk delicesine, düştük.
Tekrar kalktık.
Bu oyunu devam ettirmek için çırpındık.
Sarıldık,
Kimselerin bir daha sarılamayacağı gibi sardık birbirimizi.
Hani biri bulsa bizi çözemesin diye, öylesine sımsıkı sardık.
Ağladık başbaşa vererek.
Sildik yanaklarımızdan süzülen yaşları.
Güldük katılırcasına.
Yüreğimiz temizlendi, kirden pastan.

Yol ayrımına gelmiştik, farkında olmadan.
Birdenbire.
Oyunun kuralını değiştiremedik.
Zamanın tükenişine,
Zamanın tüketimine yenildik.
Işığımız sönmüştü aniden.
Kuşların ötüşmeleri susmuştu.
Güneş batmış, karanlığın zifiri basmıştı her yanı.
Eller kopmuştu birbirinden.
Savrulduk hoyratça.
Parçalara ayrıldık, bir daha bir araya gelmemecesine...

Bir oyun oynadık.
Oynandı ve bitti.
Değil mi ki aşk başlarken terk edilmeyi göze almak.
Ağlamaya, sızlanmaya hakkımız var mı?
Peki ya şikâyete...?

kimseye etmem şikâyet...

e.
2007 yaz

20 Kasım 2008 Perşembe

Herhangi bir tren istasyonu…
Bir hayli uzun görünüyor göze.
Tren kalkış saati; on dokuz kırk beş.
Daha vakit erken, uzunca yolun hakkını vermeli ağır aksak yürüyüşle, sindirerek.
Vedaların kasvetli hüznü sarıyor ruhu kalkışa on beş kala.
Nedir, derinden gelen belli belirsiz bir melodi sıkıntıya mola verdiriyor kısa süreliğine.
Adımlar daha bir kendini bilerek atılıyor sese doğru.
Tınısıyla insanın yüreğini yerden yere vurarak darmadağın eden bu ses...
Evet, bu ses;
Bir Kanun sesi…
Bu tınıya belli belirsin eşlik eden hüzünlü bir erkek sesinin iç paralayıcı melodisi kulaklardaki yerini sabitliyor adeta.
Sanki kanunun tellerinden yayılan melodi yalnız değilmiş de insan sesiyle bir bütünmüş gibi, öylesine doğal öylesine bütün.
Adımlar adrese teslim ediyor bedeni ve hatta kulakları.
Temiz pak bir adam,
Yaş elliyi iki bilemedin üç geçmiş.
Tıraşlı yüzüne bir tebessüm peydahlanmış,
Yakışmış.
Ama ya gözleri…
Görünmüyor,
Kara bir gözlük var.
Olsun, varsın karanlık olsun önü, ardı, sağı, solu.
Dudaklarındaki tebessüm ve kanun’un üzerinde dans eden parmakları aydınlıktan öte bir his veriyor ya onu seyredenlere, yeter.
Öyle bir his ve hayranlık ki bu,
Yanındaki kadını son anda fark ettiriyor insana.
Sarı saçları ve kibar giyimiyle, ellisini iki, üç geçmiş yaşamıyla müşfik bir refikayı andırıyor bu kadın.
Gözleri aydınlık bu kadının,
Bir eli adamın omzuna hafifçe dokunur gibi asılı.
Gözleri onu izliyor yarı hayranlık ve sevgiyle.
İkisinin de yüzlerindeki tebessüm yorgunlukla saklambaç oynuyor adeta,
Kıyasıya savaşıyor hayatın ta kendisiyle.
Yorgunluk da hüzün de bana mısın demiyor bu iki sıkı bedende.
Bu dimdik kadın bir de eşlik ediyor mu Sadettin Öktenay ’ın nihavent makamındaki “Günlerdir İçime Çöktü Ayrılık” eserine…
Kalmıyor kelimelere lüzum,
Gerekmiyor bir cümle dahi kurmaya.
İnsanın ruhundan sıyrılası, gözlerinden utanası ve
Aşklarının tümünü silesi geliyor yaşamından.

Su gibi, bir gülüşün anlık mutluluğu kadar çabuk geçiyor zaman.
Tren sireni vedayı haykırıyor kanun’un nahif notalarına inat.
Yok mu birkaç dakika daha kondüktör?
Bir şarkılık zaman da mı yok?
Yok değil mi? Sen de haklısın.
Olsa ne olacak ki hem,
Değil mi ki veda yanı başımızda,
Ha çaldı ha çalacak kapıyı…

Tuhaf bir gidiş bu gidiş;
Bir bilet,
Bir küçük bavul,
Uzunca bir istasyon yolu,
Sonrasında
Bir parça hüzün,
Bir parça kanun,
Bir parça müzik,
Bir parça aydınlıktan öte gözler,
Bir parça müşfik kadın
Ve koca bir parça;
Tebessüm
Tuhaf bir gidiş bu gidiş…

hayat bu olmalı… bir el omuzda, hafifçe dokunur gibi asılı…

e.
2008 yaz

19 Kasım 2008 Çarşamba

Kıyıda bırakmıştım seni.
Sene bilmem kaç.
Aylardan bilmem neydi.
Aslında hiç konuşmamıştık.
Ayrılığın nasıl geldiğini de anlamamıştık.
Hele vedanın nereden vurduğunu…
İşte onu hiç anlamamıştık.
Kıyıyı döven dalgaların sesiydi belki de belirsizlik nedeni.
Ya da martıların müstehzi kahkahaları…
Veya sessizliğin sesiydi duymamıza engel.
Bir şey vardı.
Yoksa duyardık elvedanın sesini…
O günden beri dünden ödünç alırım seni.
Bir önceki güne sürekli borç takıp dururum.
Mahcubiyetim artar günden güne.
Hâlâ şaşkın hâlâ çaresizim.
Yüreğime sahiplik edemem.
Ruhumu ele geçiren asi misali dinlemez hiçbir teselliyi.
Bir yanı söküp atarken hatıraların acı tatlısını,
Öte yanı inadına yeniden inşa eder daha sağlamcasına.
Uyku gecelerden kaçar,
Gözler kan çanağına döner umarsızca.
Ellerim üşür sıcağın sıcak olduğu mevsimde.
Kalbimse buz keser sevdaların coştuğu baharda.
Kışı saymıyorum bile…
Kıyıdan sesin gelir bazen.
Duyar gibi olurum,
Gülümserim gizlice.
Dönerim sesin geldiği tarafa,
Bir bakarım ki yelkenlinin biri serseri gibi yaka bağır açık rüzgâra kaptırmış kendini.
Anlarım ki aldanmışım yine.
Senin değilmiş o ses, benzetmişim.
Olsun, yine de durur bakarım süzülüşüne yelkenlinin.
Serseriliğine vurulurum.
Olur ya;
Sen de bilmem hangi denizin,
Bilmem hangi kıyısındasındır.
Bakıyorsundur bilmem hangi yelkenliye.
Sen de vurulmuşsundur bu serseriliğe,
İçinden hüzünlü bir türkü tutturmuşsundur belki.
Tıpkı benim tutturduğum yanık bir Ege türküsü gibi...
Rüzgâr bu ya;
Seslerimiz buluşur belki,
Bilmem hangi mevsimin
Bilmem hangi ayında
Bilmem hangi kıyıda…


Bilmem hangi meyhanenin bilmem kaçıncı masasındayım
bilmem hangi gün…

e.
2008 kış
bilmem hangi ay

18 Kasım 2008 Salı

Sen istemesen de,
Beni isteyen var.
Bugün ona gittim,
Koşarak, heyecanla ve izahı olmayan bir umutla…
İlk, kokusuyla karşıladı beni;
İçime çektikçe sarhoş eden,
Başımı döndüren kokusu…
Sonra neyi var neyi yok her şeyiyle bana teslim oldu.
Ne bir soru sordu ne de bir cevap bekledi.
Sadece açtı kollarını,
O kadar…
Karşılıksız sevdi beni.
Yıllar boyu süren aşkıma gözünü kırpmadan karşılık verdi.
Geçmişimi sorgulamadı, yaşadığım anı da,
Hatta geleceğe dair planlar bile yaptık baş başa.
Aklımıza, yüreğimize ne geldiyse konuştuk açıkça.
Kaçmadan, küsmeden,
Tüm içtenliğimizle.
Kendimi ona ait hissetmeye çalıştım.
Bir ara gözlerimi bile kapadım, öylesine mutluydum.
Öylesine kendimi ona ait hissetmiş ve bırakmıştım kollarına.
Eşine az rastlanır bir teslimiyet içerisindeydik.
O mutlu, ben mutlu…
Yanı başında oturdum, usulca.
Şöyle ayrılık acısı gibi birer memleket kahvesi içtik, yanındaki su ise şerbetti sanki.
Sonra, bir de limonlu çay, günün tüm pasını almıştı adeta.
Başımı gökyüzüne çevirdim bir an,
Yüzlerce kuş göç yoluna koyulmuşlar, gökyüzünde süzüle süzüle yaptıkları dans ile biz aşağıdakilere adeta görsel bir şölen sunuyorlardı.
Sanki mutlu ve umutlu bir veda vardı kanatlarında, bir dahaki yaz buluşma ihtimalinin verdiği heyecanla dolu.
Ne garip,
Vedalar hüzünlü, keder dolu ve bir o kadar ölümcüldür oysaki.
Kuşlardan alacağımız derslere bir yenisi daha mı eklenmişti nedir?

Her ne olduysa, başımı gökyüzünden yere indirdiğimde sen geldin hatırıma.
Sen de böyle bir yaz günü gelip yerleşmiştin kalbime.
Katı kalbin uzun zamandan sonra ilk kez atmıştı deli gibi,
Durduramıyordun kendini,
Aşkını her an fısıldıyordun kulağıma.
Beni de sürüklemiştin peşinden, yıllardır kurduğum hayallerime hayaller katıp.
Mutluluğa mutluluk katılmak üzereyken, hiç mevsimi değilken göç hazırlıklarına başladın birden bire.
Oysa yaz yeni gelmişti.
Havalar yeni ısınmış gönüller yeni yeşermişti.
Yürekler bir çınar gibi kök salacak ve bu kökler bir daha asla sökülemeyecekti yerinden.
Nedir, bunlar sadece bir temenniden öteye giden düşüncelerden başka bir değildiler.
Bir gün göç ettin bir daha geri gelmemecesine.
Hâlbuki bu adaya her sene yaz gelir.
Sıcak olur buralar, sımsıcak hem de…

Bu yüzden buraya geldim bugün.
Bu yaz da hasret gidermek istedim adayla.
Hiç tereddüt etmedi kucaklarken beni.
Zalim değildir,
Sevgisiz de değildir,
Bencil hiç değildir.
Kaşla göz arasında seni de sordu;
“Nerede bu hayırsız” diye,
Biliyordu o da,
Nasıl da yakışıyordunuz birbirinize,
Ada, sen
Ve
Bir de ben…

özlüyorum…

e.
2008 yaz

17 Kasım 2008 Pazartesi

Günden çok gecelere sormak gerek seni.
Ne zaman akşam geceye teslim olur,
O zaman gelirsin saplanırsın yüreğime.
Öyle böyle değil,
Derin bir acıyla irkilirim,
Beynim ve gönlüm hareketsizce durur.
Senden bir haber getirmiş gibi dalarım gecenin gizemine.
Daha da öte, sanki seni alır getirir yanıma,
Kollarımın arasına bırakır usulca.
İşte o zaman severim geceyi,
Tüm karalığına, yalnızlığına rağmen gülümserim.
İstisnasız her gece yaşarım bu mutluluğu.
Sonra hayallerim ortaya çıkar,
Gecenin sessizliği ve bakirliğine katarım hayallerimi,
Tıpkı yıllar boyu hiç sektirmeden yaptığım gibi.
Seni sararım,
Nefesine dalarım,
Gözlerinde kaybolurum.
Bilmem kaç gece geçti böyle,
Sen sen olmaktan çıkmış sadece benim ruhum olmuştun.
Benim parçamdın kısacası.
Hiç şikâyet etmedim bu halimden,
Seni sevmekten,
Seni özlemekten,
Seni beklemekten
Ve
Sensizlikten,
Hiç şikâyet etmedim…


e.
2008 sonbahar

15 Kasım 2008 Cumartesi

Biz ayrıldık.
Görüşmeyeceğiz artık,
Telefon bile yok,
Mektup da öyle…
Sabah kalktığımda akla ilk gelen olmayacaksın,
Yüzümü yıkarken aynada suretin olmayacak,
Ellerinin dolaştığı saçlarım bundan böyle dağınık kalacak,
Ara sıra yapılan sıkıcı kahvaltıda öte taburede yerini almayacaksın,
Portmantoda asılı ceketi kendim giyeceğim,
İskarpinlerimi keratasız geçireceğim ayağıma,
Basamaklarını beraber saydığımız çinili merdivenlerden bir çırpıda ineceğim.
Sokakta yürürken kendi kendime,
Gülmek, ağlamak kendi kendime,
Yalnızlık, kendi kendime.
Biz ayrıldık,
Görüşmeyeceğiz artık…

e.
2008 kış

14 Kasım 2008 Cuma

Maviydi her yer ben seni sevdiğimde.
Anamın yüzü bile maviydi.
Babam gülümsüyordu.
Sokakta top oynayan çocukların,
Köşe bakkalın,
Kaknem cam kuşu Pakize bile maviydi.
Deniz bir başka maviydi,
Balıklar kendilerinden geçmişlerdi.
Güneş sarısını boyamıştı yeniden.
Yıldızlar parlatmıştı bedenlerini.
Hava yaşam yaşam kokuyordu.
Özlemler vuslatlarda,
Gönüller bayramlardaydı.
Maviydi her yer ben seni sevdiğimde.
Ruhlar sarhoş,
Aşklar selamdaydı.
Çünkü ben seni sevmiştim,
Sadece seni…

e.
2008 umutlu sonbahar

13 Kasım 2008 Perşembe

Eğer içim içime sığmıyorsa;
Sevinçten kudurmuş gibiysem,
İsterim ki sarmaşık gül sarsın dört bir yanımı.
Öyle ki, ana gibi bir kucak olsun.
Rengi fark etmez,
Samimiyeti var bir kere,
Sıcaklığı desen tartışılmaz…

Eğer bir dostu özlersem;
Gerçek bir dost ama
İsterim ki zeytin ağaçlarının arasında kaybolayım.
Öyle ki, ağaçların yanından geçerken dalları omzuma dokunsun, sırtımı sıvazlasın.
Zeytin vermeseler de olur,
Yarenliği var bir kere,
Vefası su götürmez…

Eğer yalnızlığı özlemişsem;
Melankoliye bulanmayı göze almışsam,
İsterim ki kekik kokuları doldursun tüm ruhumu.
Öyle ki, her kokladığım şey kekik koksun,
Sadece onunla ben kalayım.
Yalnızdır çünkü kekik,
Sıkı bir münzevidir…

Eğer birini sevmişsem;
Kalbim tam anlamıyla atıyorsa,
İsterim ki manolya bahçesine düşeyim.
Öyle ki, saflığı işlesin tüm benliğime.
Nazenin tavrı yaksın yüreğimi.
Bilirim ki;
Solarlar, eğer sevdiceğinden başkası koklarsa bedenini,
Küserler hayata, bir daha açmamacasına…

Bak şimdi,
Canım manolya bahçesi çekti…

e.
2008 sonbahar
Sağlam durmak gerek hayatın karşısında;
Biraz acımasız,
Biraz bencil,
Çokça da dirayetli…
Güldüğünde tebessümünün ardında somurtkanlık hazır beklemeli.
Samimiyetinin perde arkasında da güvensizlik olmalı, olası bir durumda anında sahne almak üzere.
Gönlünü kaptırmışsan bir kula, bir an bile düşünmemeli sevmeli derinden.
Ama… Kalbinin yarısı buz kesmeli yine de.
Rakını içerken derinlere dalmalı, coşmalı, bırakmalı ruhu o saflığa.
Ama… Koca şişe bitmeli ve sen evin kilidini tek hamlede açmalısın.
Dost, arkadaş sırtını sıvazlamalı.
Ama… Sen ertesi gün hepsinin unutmalısın isimlerini.
Vesaire, vesaire…
Kısadan, önemlisi;
Hayatın gözlerine bakmak gerek,
Korkmadan,
Emince,
Usta bir cesaretle,
Gözünü kırpmadan,
Ta içine bakmak gerek hayatın…


hayat kalbi sever, kalp zayıftır çünkü…
hayat aklı sevmez, zira bir sıfır mağlup başlar hep…
e.
2008 yaz


10 Kasım 2008 Pazartesi

Ben seni sevmedim,

Ben sana yanmadım,

Ben aşkını sevip, aşkına yandım.

Yanına her gelişimde yüreğim aşkın için attı,

Gözlerine her bakışımda aşkı gördüm,

Aşkının bana bakışını seyrettim,

O küçük bedeninin titremesini hissettim, tüm benliğim sarsılırken.

İçine aşkının karıştığı kesif gül kokunu çektim içime.

Dilinden çıkan ağır aksak mahcup sözlerini dinledim.

Ayrılmak istemedim yanından bir kez olsun,

Mıhlanıp kaldım iskemleye.

Ne yalan söyleyeyim;

Ben de heyecanlıydım çokça.

O an ne parasızlığım,

Ne de senin erişilmezliğin gözümdeydi.

Hani insan kendini deli bir rüzgâra bırakır ya

Kapılır gider binbir mutlulukla,

Öyle bir şey işte…

Mutluluk kırıntısı denilen bu his ancak böyle yaşanabilirdi,

Seninle,

Senin yanında…

Ne de olsa ben seni sevmedim,

Sana yanmadım.

Aşkını sevip, aşkına yandım aslında.

Ben hâlâ aşkına aşığım senin…
e.
2008 kış