27 Aralık 2008 Cumartesi

Otobüs, sessiz, sakin bir limanda indirdi.
Köhne gibi duran bir çay bahçesini görüyor ve ona doğru ilerliyorum.
Dışarıda birkaç tahta masa ve sandalye var.
Yetmiş ve seksenlerin, çocukluğumda kalan yazlık sinema sandalyeleri bunlar.
Oturuyorum bir hevesle.
Geriye doğru kayıyorum.
Bir ayağı ya kısa ya da kırık. Ne güzel.
Hava poyrazla işbirliği yapmakta.
Sert mi sert fakat alabildiğine temiz mi temiz.
Arkama bakıyorum daha çaycı ortalarda yok.
Çay bile demlenmemiş zağar.
Olsun nasıl olsa ben, beni alıp cennetime götürecek feribotu beklemekteyim.
Varsın çay da olmasın.
Zaten çayı sevmem, ancak burada insan içini ısıtacak bir şeyler de istiyor.
Birden yanımda tüyleri pırıl pırıl parlayan simsiyah bir dost beliriyor.
Bir sokak köpeği.
Etrafımda dolanıyor ve sonunda patilerini üzerime dayıyor. Oyun yapayım da sevimli görüneyim belki beni besler numarasından da geri kalmıyor hani. Ama her yer kapalı ne verebilirim ki? O da çaresiz gidiyor yanımdan. Oyunumuz kısa sürse de yetti ikimize.
Ben ısındım o ise açlığını unuttu bir an.
Yeter bu kadar poyrazla arkadaşlık. Fazlası zarar.
İçeriye giriyorum.
Bir masaya yerleşiyorum.
İçerisi de dışarısı gibi, sessiz, sakin.
Herkes üzerindeki kışlıklarının yakalarını kaldırmış, oturuyor.
Karşı masada kırklı yaşlarda kumral, top sakalı olan balıkçı yelekli bir adam kalınca bir kitap okumakta. Ben otobüste görmüştüm bu kişiyi, ancak kitap okurken hiç rastlamadım. Herhalde sadece uyumayı tercih etmişti.
Diğer yanımda da kırklı yaşlarda saçları röfleli, masmavi gözlü ve bakımlı bir bayan oturmakta. O da kitap okuyor. Ara sıra kafasını kaldırıp etrafı tedirgin bir şekilde süzmeyi de ihmal etmiyor. Turist galiba.
Bir anda elinde çay tepsisiyle çaycı beliriyor ve sorgusuz sualsiz her masaya çay
bırakıyor. Herkesin yüzünde bir tebessüm. Kolay değil çay bu.
Ben de hayır demiyorum. Hızır gibi geldi hani.
Bir yudum alıyorum.
Kalitesi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ben kursağıma giren sıcaklıkla ilgileniyorum şimdi.
Oh! bayağı güzelmiş...
Bu keyifle pencereden dışarıyı seyre koyuluyorum ve siyah köpecik’ e diğer
arkadaşlarının katıldığını fark ediyorum. Şimdi dört oldular. Oyun yapmaktalar. Biri birinin üstünde, diğeri öbürünün. Hoş bir görüntü.
Tekrar içeride oturan birkaç kişiye dönüyorum.
Hiçbirinde yaz neşesinden eser yok.
Sanki umutları bir hurca koymuşlar ve dolabın ta en arkasına kaldırmışlar gibi.
Yalnızlık ve hüzün diz boyu.
Aslında ben de onlar gibiyim burada. Farkım yok.
Yapraklarımı döktüm buraya gelirken.
Poyraz deli gibi esti ve üşüttü ta iliklerime kadar. Gözlerimi de yaşarttı hiç durmamacasına.
Kalbim kırık, oturduğum tahta sandalye ile aynı.
Bir ayağı dengeyi kurmaya çalışsa da diğer kırık ayak izin vermiyor, sarsıyor beni. Yalpalıyorum…

Seni ruhuma hapsedip ta buralara kadar geldim.
Sorma neresi diye.
Buralar işte!
Umudum yok kendimden, hatta hayattan.
Buralar onarır mı?
Sanmıyorum.
Gözüm telefonda hâlâ.
Ya ararsan diye iç geçiriyorum, ama...
Sanmıyorum.
Her ne kadar dayanamazsam da dayanmalıyım.
Bundan gayrı böyle.
Duymamalıyım sesini.
Zira dönmek istemiyorum oralara. Acı çektiğim yerlere.
Sana yakınındayken uzak olmaktansa uzaktayken uzak olmak daha mı iyi ne?
Bilmem.
Böylesi daha iyi galiba.
Senden uzak.
Sevginden kopuk.
En güzeli canım,
Salaş yaşamak...

kim üzerine alınırsa...


e.
2004

Hiç yorum yok: