3 Nisan 2009 Cuma

Her gece pencerenin önünde bir süre durur, başını o sonsuz denen derinliğe, gökyüzüne çevirirdi.
Ne görürdü, sadece kendi bilirdi ama o gözlerindeki ifade inanılmaz olurdu, sanki büyüydü, sanki hayranlıktı, sanki biraz da özlemdi.
Bu ifade bazen dudaklarından sözcüklere dökülürdü. O sözcüklerde üzüntü vardı, feleğe isyan vardı…

Yine o gecelerden biriydi. Pencerenin önündeydi her zamanki gibi, tam başını göğe kaldırdı ki cep telefonunun mesaj sesiyle irkildi.
Hayırdır inşallah! Kim olabilirdi ki bu saatte? Çalmazdı geç vakitlerde, hoş çalsa da açmıyordu ki telefonunu.
Kaçıyordu her şeyden herkesten. E, o zaman niye açık bırakırdı ki telefonunu? Yine de iç geçirerek, yaşı ilerlemiş yorgun eliyle, komodinin üzerinde duran tozlanmış telefonu zor da olsa almayı başardı.
Kullanmayı fazla bilmese de el yordamıyla buluyordu. Yine öyle olacaktı.
Bastı ‘mönü’ tuşuna, ‘oku’ ya geldi ve yine bastı tuşa, ne yazıyordu?
Çok da ufak yazıyordu bu yazılar, hemen yakın gözlüğünü almalıydı. Artık katarakt ameliyatı olma zamanı gelmiş miydi ne, iyiden iyiye perde gelmeye başlamıştı gözlere.
Gözlükler işin içine girince olay netleşiverdi birden, mesajı okumaya başladı.
Arkadaşından geliyordu mesaj…
Gözleri parıldadı, tıpkı yıldızlarla olan dostluğu gibi.
Telefonu daha bir yaklaştırdı yüzüne, çok güzel görmeli ve tane tane okumalıydı, tek bir kelimeyi bile kaçırmamalıydı.
Sevgisini göndermişti can dostu ta uzaklardan.
Rahatsız etmemek için aramamış. Zaten arasa da cevap alamıyordu ki. Ama huyunu suyunu çok iyi bilirdi.
Eh, az beraberlikleri yoktu; birbirlerinin huylarını, duygularını, zaaflarını, güçlü yanlarını öyle iyi bilirlerdi ki.
Yaşlanmış olsalar da, birçok şeyleri unutmaya başlamış olsalar da dostlukları başkaydı.
Toprak yüzlerini ve bedenlerini örtene kadar unutamazlardı birbirlerini.
Şunun şurasında ne kadar insan birbirlerini karşılıksız seviyordu ki bu dünya var oldu olalı.
Gözlerindeki duygulu bakışlar yerini yaşlara bırakıyordu. Artık yaşlıydı, ağlasa da “yaşlandı dayanamıyor artık” derdi nasıl olsa çevredekiler. Koyuverdi kendini, artık tam olarak ağlıyordu sessizce.
Bu sefer telefonun “aç beni” diyen melodisi çalıyordu.
Gözlükleri çıkarmıştı yaşlarını silmek için, alelacele taktı, baktı telefonun ekranına o arıyordu, arkadaşı, dostu, her şeyi idi arayan, hemen cevap ver diyen tuşa dokunuvermeliydi. Artık açmalıydı telefonu, dayanamıyordu.
Öyle de yaptı. Ve ilk Alo’yu söyledi.
- Alo
- Recep…
- Fiko…
- Oğlum n’aber, kırk saatte açtın telefonu, hayrola?
- Yok bir şey, duymamışım. İyiyim ya sen.
- Sağ olasın, bu yaşta nasıl olabilirsek öyle işte.
- Sesin sanki nezleli gibi.
- Biraz soğuk algınlığı işte, geçer be oğlum eski toprağız biz unuttun mu?
- Yok be yavrum, unutur muyum ama yine de dikkat et.
- Olur ederim. Sen nasılsın bakalım ihtiyar.
- Bıraktığın gibiyim, biraz boynumda ağrı var, gözlerde yavaştan su koyuveriyor, ama...
- E, ama ?
- Yok endişelenme, doktora gittim, kireçlenme başlangıcıymış. Göze gitmedim daha, herhalde katarakt falandır.
- Bana diyorsun bir de, kendine bak, bıraktığımda tığ gibi bir delikanlıydın.
- Öyle dostum, hep öyle olmadı mı yıllarca, hep seni düşünmedim mi ilk, beni boş ver.
- Evet ihtiyar hep öyleydik, hâlâ da öyleyiz, ne güzel.
- Güzel ya!
- Teknen nasıl? Açılıyor musun yine maviliklere, o başka dünyaya?
- Ayıpsın. Tabii ki , ondan kopamayacağımı bilirsin, hayatımın orada son bulmasını isterdim hep, hatırlar mısın? Ada’dan da ufak bir kulübe aldım, işlerimi ayarlar ayarlamaz oraya atıyorum kendimi.
- Hatırlamam mı. Nasıl da dalardın, gelmezdin tekneye bir türlü, beş saat suda kaldığın olurdu, gözlerim hep sendeydi denizde, dürbünüm yanımda olurdu, ne olur ne olmaz su bu, ben senin gibi güvenemedim şu asi maviliğe ama yine de severim. Sen söylemiştin bunu, her şeyde olduğu gibi bu konuda da çok güvenirdim sana, her ne kadar derinlik korkum olsa da. Ama çok sevindim, sonunda hayalini kurduğun kulübene de kavuşmuşsun ya, ne diyeyim sana helal olsun, çok gururlandım.
- Sağ ol canım dostum. Orası senindir bilesin. Bir de, hakikaten yenemedin şu deniz korkusunu, yaşlandın, ölüp gideceksin denizle barışamadan yahu!
- İlahi Fikret, hep aynısın, illa ki güldüreceksin beni.
- Neyimiz var be Recep keyfimizden başka.
- Haklısın be dostum. Sigaraya devam mı? Ya içkiye yani rakımıza?
- Herhalde, bırakılır mı? Nasıl olsa öleceğiz, ha öyle ha böyle. Rakıyı soracaksan; sen yoksun tadı çok acı be Recep, içemiyorum eskisi kadar.
- Bende be Fiko bende alamıyorum rakının tadını, hele o yanındaki lakerdanın, çirozun tadını bile unuttum. Nasıl da yapardın onu be dostum, inan hâlâ bilmiyorum hazırlamasını, belki de öğrenmek istemedim, senin elindeki büyüyü bozmak istemedim.
- Canım dostum sağ ol. Bir gün tekneye gelirsin yaparım sana hem de en güzelinden. Sana söylerdim ya torik lakerdası iyidir diye, hah işte ondan yaparım.
- Sağ ol varol. İnşallah, ölmez de sağ kalırsak.
- Bırak ulan ölmek mölmek muhabbetini, keyfimize bakalım.
- İşlerin nasıl be Fiko?
- İki sene önce emekli oldum, ama bırakamıyorum şu oyunculuğu. Bilirsin o da benim başka hayatım. Şimdilerde yeni oyuncular yetiştiriyorum en azından oyalanıyorum.
- Helal olsun, sana da bu yakışırdı zaten.
- Eyvallah. Yahu Recep, neden yıllarca kendini herkesten uzak tuttun, ben bile ki senin en yakın dostun, izine rastlayamadım. Onun için seni aradım hatta ilk önce mesaj gönderdim. Cevap vermeyeceğini düşünüyordum her zamanki gibi, ama yine de aradım ve açtın çok şükür. Ne oldu, söyle ?
- Yok bir şey Fiko, tatsız konular bunlar, bir ara baş başa görüşür konuşuruz.
- Çok sevinirim. Kaç yıl oldu be oğlum, on beş oldu mu?
- Evet tam tamına on beş koca yıl...
- Ah be Recep, şu ölümlü dünya da değer miydi her şeyi terk etmeye, ikimize de zehir ettin hayatı. Sevenlerine de.
- Neyse Fiko, çok yazdı telefon.
- Senden kıymetlimi, dostluğumuzdan önemli mi Recep, bırak yazsın.
- Yok olmaz öyle şey, nasıl olsa görüşeceğiz.
- Peki nasıl istersen. Artık telefonlarıma cevap verirsin değil mi?
- Tabii sevgili dostum tabii.
- Oldu o zaman, ilk baharda tekneye bekliyorum bak. Yerini söyle aldırırım seni. Anlaştık mı?
- Anlaştık Fiko.
- Haydi yasu* dostum.
- Yasu.

Telefonları kapattılar.
Recep nemlenmiş gözleriyle bir süre pencereden baktı.
Yine daldı gitti.
Sonra toparlandı yavaşça.
Ve tekerlekli sandalyesini yatağına doğru sürdü…


( * ) Yunanca “yaşa” anlamında kullanılır.

yasu...

e.
2009 bahar

Hiç yorum yok: