17 Ocak 2009 Cumartesi

Başlangıç ve son.
Başlar herhangi bir yerde bir şey herhangi bir şekilde.
Ve sona erer herhangi bir nedenle istenmeyen bir şekilde herhangi bir yerde.
Başlangıçla merhaba denmiştir yeni hayata.
Nedir, son geldiğinde ise hayat bitmemiştir tamamen.
Bittiğin yerde tekrar başlarsın yeni sona doğru.
Son...
Kaçınılmaz başlangıç...
...

Kapı çalındı.
Açılması biraz uzun sürdü, hatta tam umut kesilmişken aralandı hafifçe kapı.
Yüzündeki sakalı iki yada üç haftalık olduğu belli olan adam kapı aralığından soğuk ve bir o kadar umursamaz baktı kısa bir süre.
İçeriden yayılan kesif alkol ve türlü markalarda sigara kokuları tüm apartmanı sarmıştı.
Zaten kapının önüne konmuş iki büyük rakı, on’a yakın bira ve bir de ithal votka şişesi gecenin bir hayli yıpratıcı olduğunu haykırır gibiydi.
Adamın yüzündeki yorgunluk ve bıkkınlık gece yaşanan fırtınaların bir aynasıydı.
Kendisi de biliyordu sanki bu hırpalanmışlığı; kapıyı aralık bıraktı ve aniden arkasını dönerek içeri doğru gitti.
Açılan kapının önünde suçlu mahcubiyetinde duran genç kadın eşiğin bir adım gerisinde adeta bir heykel gibi duruyordu.
İçeriden gelen acımasız fırtınanın esintisi mi kırmıştı cesaretini?
Yoksa beklediğini mi bulamamıştı, hayâl kırıklığı mıydı yaşadığı?
Belki davet bekliyordu eşikten atlamak için.
Bilinmez...
Uzun denebilecek bir bekleyişin ardından nihayet adımını attı ve tüm cesaretini toplayarak tamamen içeri girdi genç kadın.
Kapıyı titiz hareketlerle yavaşça kapattı.
Şimdi işin en güç yanı olan salona doğru ilerleme zamanı gelmişti.
“Kapıdan giren ilerlemeyi de göze almıştır” deyip kararlı adımlarla salona doğru yürüdü.
Koridorda attığı her bir adım genzinde alkol ve sigara kokularını daha da hissetmesine yol açıyordu.
Kimbilir salona girdiğinde nelerle karşılaşacaktı? Hangi pespayelik onu bekliyordu? Hangi kepazelik karşısına geçip tükenmiş kahkahalar atacaktı?
Ancak devam etmeliydi her ne olursa olsun.
Salona bir ya da iki metre kala sesi alabildiğine kısılmış teypte Eric Clapton’ın “Tears In Heaven” ın çaldığını duydu.
Son bir gayretle salona girdi.
Kimseler yoktu ortalarda, en azından pespayelik ve kepazelik görünmüyordu çevrede, bu da en azından şimdilik rahat nefes alınabilecek bir olaydı.
Adam koltuğunu pencereye doğru çevirmişti, sadece hafif kırlaşmış saçlarının tepe bölümü görünüyordu koltuğun yüksek arkalığından.
Öylesine bakıyordu pencerenin öte tarafına adam.
Aslında bakılacak manzarası yoktu evin, hatta rezalet denebilecek görüntüler vardı pencerenin tam karşısında.
Altı katlı ve neredeyse tokalaşacak kadar yakın devasa bir apartman kütlesi vardı karşıda.
Kütleydi çünkü apartman demek için şahit gerekirdi. O denli kötü bir cephe ve bu cephenin ardında yaşayanlar bu kadar mı berat olabilirdi.
Adamın manzara diye baktığı yerde üçüncü sınıf bir orospunun seksi külotları her daim ipte asılı izlenimi veriyordu.
Bir alt katında karısını adeta günün her saati kurulmuş saat gibi döven iri kıyım adamın küfürleri...
Diğer katta ise Rus kadınlarını pazarlayan adam bozması bir ibne...
Öteki katlar ise rezaletin diğer halkalarıydı.
Adama bakılırsa halinden hiç de şikâyetçi değildi, hatta keyif bile aldığı düşünülebilirdi. Böyle tepkisizce oturduğuna göre.
Genç kadın dağınık sayılabilecek salonun bir köşesinde oturmak için bir yer bulabildi kendine.
Kanepenin kenarında düşmemek için çırpınan gazeteyi yere doğru özgürlüğüne itti.
Gazetenin altından kullanılmış içi daha ıslak prezervatif ortaya çıkmıştı.
Kadın irkilerek ve biraz da iğrenerek baktı, yana doğru kaydı ve kanepenin minder arasına sıkışmış bir sertlikle bir kez daha irkildi.
Bu sertlik, kapağı olmayan ve neredeyse bitmeye yüz tutmuş bir kadın rujundan öte bir şey değildi.
Genç kadın, kimbilir hangi orospunun dudaklarına sürdüğü bu yarım yamalak rujun serçe parmağına bulaşan yeri tiksinerek sildi bir çırpıda.
Bu sırada ayağına çarpan boş viski şişesini de iteledi yana doğru.
Yeterince midesi kalkmıştı bu evden, ancak hâlâ konuşamamıştı adamla.
Genç kadın terden sırılsıklam olmuştu.
Üzerinde parıl parıl parlayan kırmızı, dar saten gömleği ıslanmaya başlamıştı.
İriye yakın göğüsleri sık nefes alıp vermesiyle yerinden çıkacak gibi oluyordu.
Mini kot eteği ise dolgun bacaklarına yapışmıştı sanki, hareket edemiyordu.
Dudaklarındaki hoş pembe ruju o orospunun kırılmış cart kırmızı rujuna hiç benzemiyordu, daha güzel, daha zarifti kendisininki.
Sarıya yakın bukleleri bol, uzunca saçlarını geriye doğru savurdu, ensesi terlemişti ancak evden çıkarken bolca süründüğü ithal parfümü buram buram kokuyordu, hatta evin kokusunu bile değiştirdiği söylenebilirdi.
Genç kadın iyice sıkılmıştı artık ve lafa nereden başlayacağını bilemiyordu.
Tam bu sırada adam yavaşça döndü kadına doğru.
Şimdi kadın daha sık nefes alıp veriyordu, daha çok ter dökmeye başlamıştı.
Adam kadını yorgun, umutsuz ve bir o kadar kırgın gözlerle baştan aşağı süzdü.
Sigarasından derin bir nefes çekti ve izmariti hemen yanında bulunan çini zemine fırlatıp kıvrak bilek hareketiyle ezdi.
Bunları yaparken gözlerini kadından asla ayırmıyordu.
Ayağa kalktı, yavaş hareketlerle teypte çalan Eric Clapton şarkısını başa aldı ve tekrar kadına döndü.
“Olgunlaşmışsın, tam bir kadın olmuşsun” dedi alaycı bir tavırla.
Kadın şaşırmıştı bu girişe. Oysa o başka şeyler hayâl etmişti.
Sonra toparlandı, böyle hayâllere hakkı var mıydı ki?
Ama bir şeyler söylemeliydi, cevap vermeliydi en azından bir iki satır.
“Sen de yaşlanmışsın, saçların beyazlamış” deyiverdi bir çırpıda.
Adam her zaman ki tebessümüyle karşılık verdi.
Kadın bu tebessümden adeta güç alarak devam etti;
“Çok aradım seni bulmak için, çok”
Adamın tebessümü dondu kaldı yüzünde;
“Neden?”
Kadın devam etti heyecanla;
“Sana mutlaka geleceğimi söylemiştim günün birinde, bak geldim, hem de bir daha asla gitmemecesine”
Adam bu kez müstehzi bir gülüşle devam etti konuşmasına;
“Peki o günlerde neden benle hiç konuşmadın, neden izini kaybettirdin, neden telefonlarını değiştirdin, evinden neden taşındın?”
Kadın cevap vermek istercesine hareketlendi ancak adam konuşmasına devam etti zembereği boşalmış saat gibi;
“Dur, ben söyleyeyim, şımarıktın çünkü, kalpsizdin, sadakatsizdin ve sevgisizdin. Sakın bana buraya gelip hayatına tekrar gireceğim deme. Çünkü biliyorsun ki, başlangıcımız rüya gibiydi, öyle de devam etti yıllarca. En azından ben öyle sanmıştım, senin zalim biri olduğunu, gerçekten ama gerçekten kötü kalpli olduğunu fark edene kadar. Başladık ve sürdürdük ancak bitiremedik, çünkü sen gittin, ansızın, veda bile etmeden...”
Kadın hıçkırıklara teslim olmuş son bir gayretle lafa girmek istese de adam onu dinlemeyip konuşmasına devam etti tüm hırçınlığıyla;
“...sakın bana bahaneler üretme. Sen gittin, bitirmeden. Bende kendime yeni bir hayat kurdum. Bak pencereden karşı apartmana, oradaki renkli seksi külotu görüyor musun? İşte ben o külotu kaç kere kokladım sayısını bilmiyorum. Ama onu giyen orospu vefasız değildi, onunla başlıyorduk ve bitiriyorduk bir başka güne kadar. Senin iğrenerek baktığın o prezervatif var ya kimbilir kaç kere girdi çıktı başka kadınlara, ama o bile sadakatliydi hiç yırtılmadı, başlıyordu ve bitince atılıyordu, sonu vardı yani. Sonra o kırmızı kırık ruj, hani eline bulaşınca tiksinerek sildiğin. O ne bir orospunun ne de hafif bir kadının malı. O bir zamanlar senin rujundu, çok severdim onu sürdüğünde, kiraz gibi olurdu dudakların, benim için süslendiğin günlerdeki rujun. Geçen gün konsolun üst çekmecesinde buldum, biraz hüzün, biraz burukluk, fırlattım duvara, kırıldı. Yani o senindi aslında. O kadar bir başkası olmuşsun ki rengi bile hatırlamadın, iğrenerek baktın bir zamanlar benim için sürdüğün kırmızı ruja...”
Kadın hıçkırıklarla bir şeyle söylemek için adamın yanına gelse de adamın onu dinleyecek hali yoktu. Adam acımasızca geçen özlem dolu yılları kusmaya yemin etmişçesine konuşuyordu, kadına arkasını döndü ve ardı arkası gelmeyecek cümleleri bir ok gibi saplamaya devam etti;
“...şimdi buradasın. Niçin? Af dilemek için. Tekrar başlamak için. Hayır güzelim olmaz. Başlangıcı olan her ne varsa şu hayatta mutlaka bir sonu da vardır. Aşkların bile. Ancak bizimki bitmemişti...Ama iyi ki geldin, bitirmek için güzel bir gün seçmişsin... Soyunacak mısın yoksa kıyafetle mi, belki fantezi istersin, ha konsolun üst çekmecesinde prezervatif de vardı, kullanmamın bir mahsuru yok sanırım, biliyorsun hastalıklar falan...”
Adam arkasını döndü ancak kadın gitmişti. Yüzünde acı tebessüm ve kısık sesiyle söylendi kendi kendine;
“Bitirdik...”
...


marifet, biten yerden başlamak değil de nedir?

e.
2007 yaz

Hiç yorum yok: