26 Mart 2009 Perşembe

Bir varmış bir yokmuş…
Masallar hep böyle başlarmış.
Varsın benim masalımda böyle başlasın.
Masalımızın kahramanı, bir yer, yani bir “kara parçası” ymış.
Bu kara parçasının dört bir yanı denizmiş.
Bu denizin suları alabildiğince serin, poyrazı alabildiğince deli, lodosu bir o kadar serseriymiş.
Bu deliler ve serseriler bir olup insanı keyiften kendinden geçirirlermiş.
Mitolojik zamanlarda bu kara parçasına ölümsüzlük adası denirmiş.
Zira tüm Tanrıların evi buradaymış.
Burada yaşayanlar öyle uzun yaşarlarmış ki neredeyse hiç ölmezlermiş.
Gel zaman git zaman buranın havası daha bir güzelleşmiş, misleşmiş.
Havayı içine çektiğinde ciğerlerin bayram edermiş…
Yenilen ve içilen besinler doğalmış.
Yani, şimdi taptığımız büyük şehirlerdeki gibi ilaçlı ve lezzet yoksunu değillermiş…
Topraklarında yetişen kekik her köşe başında karşına çıkar ve ‘beni al’ diye haykırırmış.
Kekiği eline alanlar avuçlarında ovalar ve o muhteşem kokuyu burunlarına çekerlermiş.
Yine her köşe başındaki rezeneler kekiği hiç yalnız bırakmazlarmış…
Etraf bağ ve zeytinlik doluymuş.
Burada yetişen zeytinler ve üzümler dünyanın en güzel meyveleriymiş.
Bunların işlenmesiyle ortaya çıkan zeytinyağları ve şaraplar da yine dünyada sayılı güzellikler arasındaymış…
Hele hele iğde ağaçlarının yaydığı gizemli ve aromatik kokuya, etrafta mevsim gereği çiftleşmeye çalışan saka kuşlarının ötüşleri ayrı bir renk katarmış… Bunlara florya ve ispinozlar öyle eşlik ederlermiş ki tadına doyum olmazmış.
Bu kara parçasının dar mahalle sokaklarını dolaşırken barınmak için yapılan tek katlı evlerin duvarlarının epey kalın olduğunu görürmüşsün.
E, normal tabi, bu poyraza nasıl dayansınlar o yüzden kuvvetli olmalıymış yapılar.
Günün birinde “deli poyraz” kafasını bir bozmuş ve şanına yakışır şekilde öyle esmiş ki bu kara parçasındaki zeytin ağaçlarının tamamına yakının dallarını kırmış, yapraklarını yakmış, hatta estiği yöne doğru yatırmış ve öylece kalmalarını sağlamış.
Mendirekte bulunan liman fenerini bile yerle bir etmiş, hiç acımadan onun estetik görünüşüne aldırmadan.
O da üzülmüş bu yaptığına ama çaresiz delirmiş bir kere.
Şimdilerde esmiyor, kendini affettirmek istercesine.
Zeytincikler ne yapsın, boyunları bükük bu kabadayının yaptıklarını affetmişler çaresiz…
Buranın insanları da tıpkı iklimi gibiymiş.
Bazen deli, kendini bozmayan, ama her zaman yakın ve neşeli.
Kimler gelmiş de gidememişler bir türlü.
Nasıl geçsinler böyle melankoli kokan “kara parçası” ndan.
Bırakamazlarmış bu güzelliği…
Balıkçıları çokmuş bu yerin.
Tekneleri ve ağları en büyük ekmek kapısıymış.
Deniz de öyle cömertmiş ki, balıkçılara her şeyini sunmaktan geri kalmazmış.
Bu da en güzel arsızlığıymış doğanın…
Deniz, balık, balıkçı, poyraz, lodos, kuşlar, zeytin ağaçları ve bağlar olur da meyhaneleri olmaz mı bu yerin?
Elbette olacak, hem de en salaş tarafından.
Harika mezelere rakı ve tabii ki şarap eşlik edermiş.
Hatta istersen geçermişsin mutfağa sen hazırlarmışsın balığı ve mezeleri.
O kadar evin olurmuş orası.
Sonrasında bu güzelliği içkilerini yudumlayıp, yapılan yemekleri yiyerek doyasıya yaşarmış dostlar.
Kimi zaman karşılıklı iki dost kimi zaman masaların sığmadığı arkadaşların katıldığı içkili meyhane sohbetleri yapılırmış.
Buradaki neşe ve hüzün hiçbir zaman hiçbir yerde bulunmazmış.
Bir başka olurmuş gülüşler ve gözlerden akan yaşlar.
İnsan kendini daha iyi tanır ve dinlermiş.
İnsanın doğasındaki yalnızlık ve aşkları daha bir kabarır en doğal haline bürünürmüş bu yerde.
Her türlü öldürücü sıkıntı ve düşüncelerden o kadar uzaklaşılırmış ki, sanki yeni doğmuş gibi hissedermişsin kendini.
Tertemiz, günahsız.
Kadehler her seferinde salığa kalkar, kaçıncı şişe ve dublede olunduğu unutulurmuş.
Zaten sayamazlarmış ki kopmuşlardır bir kere.
Alkol kendini tamamen kanıtladığında yani herkesi kollarına aldığında, kimi zembereği kopmuşçasına güler kimi çenesi düşmüşçesine konuşurmuş.
Bazısı ise bahar gelmiş de tüy dökümüne başlayıp ötüşü kesilen kanarya misali sesi soluğu çıkmazmış.
Her ne kadar alkolün raksı olsa da bu yansımalar, gerçek sarhoşluk bu yerin havası, suyu ve geçmiş kültürün kalıntılarındaymış.
Aşık olmakla ve sevdalanmak aynı anlama gelmezmiş buralarda.
Zira aşk limanı çok sever ve demirler, ayrıldığında bir daha uğramazmış.
Oysa sevdalanmak çok başkaymış.
Sevdalanmak, limana geldiğinde demirlemek ve bir daha o demiri kaldıramamakmış.

Kıssadan hisse
Bu yer her şeyiyle ama her şeyiyle cennetin sadece özlenen bir yer olmadığını, yeryüzünde de var olabileceğinin kanıtıymış.

Ooo! Gece bayağı ilerlemiş.
Elimde yarı yazan yarı yazmayan tükenmez kalem, önümde derme çatma karalama kağıtları, bir an çocukluğumu özledim sanki.
Masal yazmak istedi gönlüm.
Penceremden poyrazın deli sesini duyuyorum.
Ne güzel.
‘Beni de yaz’ diyor o kağıtlara.
Yazmam mı seni be deli poyraz.
Yazdım.
Hem de en delişmen şeklinle...

poyrazı bol olanlara...

e.
2009 baharla karışık kış

Hiç yorum yok: