24 Mart 2009 Salı

Hatırı sayılır şaraphanelerin birindeyim…
Etraf fiyakalı; kutu gibi, ufağa yakın bir mekan, hafif loş, Latin müziklerinin nağmeleri kulağa eğlenceli geliyor.
Sandalye ve masalar şimdilerin moda deyişiyle ‘eskitilmiş mobilya’ tipinde.
Ufak ama rahat.
Hemen üstünde mönü kartonu var.
Kül tabağı bile modernizasyona ayak uydurmuş, sanki çerez tabağı.
Masaya oturur oturmaz, yuvarlak ve küçük bir kabın içinde mum yakıyor garson.
Esasen hiç sevmem bu tip yerlerde mum yakılmasını, lüks ve gereksiz.
Gel de bunu kadınların bir çoğuna anlat...
İçeride fazla ses yok, gelenler de kendini bilen tipte insanlar.
Amaç, hoş sohbet etmek, günün yorgunluğunu atmak.
Hoş görünüyor göze…
Köşe masada bir genç kız hemen göze takılıveriyor.
Makyajı yok, ağlamaklı yüzüne bir sıkıntı yerleşmiş, gözlerine dikkatli bakılınca buğulu olduğu hemen anlaşılıyor.
Narin bir vücut yapısı var; el bilekleri ince, parmakları da ona bağlı olarak kalem misali incecik, ama yakışmış endamına.
Kot pantolon giymiş, kolları gibi ince olan bacaklarını sarmış koyu renkli pantolon.
Ayakkabıları spor.
Her halinden belli, buranın insanı değil, efkârı dağıtacak bir yer arıyordu, gözüne ilk burası çarptı ve daldı içeri, kesin…
“Bir bira” dedi genç kız, “En büyüğünden, ‘Arjantin’ “.
Geliyor birası, o incecik parmakları kavrıyor kulbunu koca bardağın.
Biraz zorlansa da ağzına götürebiliyor bardağı.
Kalemle çizilmiş o incecik dudakları aralanıyor.
Susamış mı ne? Öyle iştahlı çekiyor ki birayı, sanki içindeki yangın epey yayılmış da kontrol altına almaya çalışıyor gibi.
Oysa o yangın her neyse böyle kolayca kontrol altına alınabilir mi ki?
Öyle acımasız yayılırlar ki, durduramazsın ve kül olursun çok kereler.
Birden, gözlerindeki buğuluk yerini gözyaşlarına bırakıveriyor.
Elini alnına koyuyor ve diğer eliyle kül tabağında duran sigarasından kocaman bir nefes çekiyor. Ama o izmarit hiç mi hiç yakışmıyor eline.
Zaten hangi kadının eline yakışıyor ki?
Oldum olası yakıştıramam şu lanet şeyi kadınların eline.
Nazik kadınların ne nefesleri, ne de üstü başı kokmamalı bu pis kokuyla.
Doğal kokuları kokmalı, erkeğin aklını başından alan…

Ağlaması hâlâ devam etmekte.
İçim daralıyor.
Vücudunun her bir santiminden elem fışkıran bu kadın nasıl da gözyaşı döküyor.
Konuşmaya ihtiyacı var mı bilinmez ancak benim kalkma saatim geliyor.
Kalkıyor ve usulca bu narin kadının masasının yanından geçiyorum.
Geçerken de gözüm kül tabağına takılıyor, koca bir paketin bittiğini anlıyorum o başıboş izmaritleri gördüğümde.
Bilmem kaçıncı “Arjantin” i duruyor önünde.
Gözleri tek noktada, göğsü nefes almakta zorlanıyor gibi bir iniyor, bir kalkıyor.
Kendi kendine kalmış…
Şaraphanenin kapısını gözüm arkada kalarak açıyor ve çıkıyorum.
Daha ilk adımımda aklım ve yüreğim; o da hayatı fazla ciddiye alanlardan, diye iç geçiriyor.
Fazla ciddiye alanlardan…

hayat basit be!…
doğarsın…
yaşarsın
ve
ölürsün…

e
2009 kış

Hiç yorum yok: