3 Mart 2009 Salı

Masada tek başınaydı.
Papatyalar masaya nasıl itinayla bırakıldıysa aynı şekilde duruyordu.
Gözleri ona takıldı. Nefes almıyordu sanki.
Kalkmak için ne kadar direndiyse de olmuyordu.
Takati yoktu…

Oysa o masaya oturmak için yola çıktığında her şey ne kadar da güzeldi.
Sokakta dolaşan bütün insanları tanıyordu adeta. Onlarla konuşmak içindekileri haykırmak istiyordu.
Bindiği otobüsler onundu. Şoförler ise en samimi arkadaşı.
Hele otobüs içindeki yolcular onun ailesinin bir ferdiydi sanki.
Yollar geçip gidiyordu. Tıpkı yılların hiçbir şeye aldırmadığı gibi.
Bu yollarda az zamanı geçmemişti. Hemen hemen hayatının büyük bir bölümünü tüketmişti.
“Yollarda bulunan ince kesik beyaz çizgiler kadar yaşım var” derdi tanıdıklarına.
Kamyonunu kullanmaktan etrafı pek görmezdi.
Ama şimdi başka. Kamyon kullanmıyordu artık.
Sıra etrafa bakmaya gelmişti.
Ne de olsa tekaüt olmuştu.
Yolun sonuna mı geliyordu ne? Her ne kadar yollar bitmeyip hayat bitse de.
Bir an yüzünü otobüsün penceresinden içeri doğru çevirdi.
Sanki düşünceler canını sıkmıştı.
Ölümden korkmuyordu. Sıkılıyordu bu hayattan.
Yalnızlıktan…
Canlı bir hayatı vardı.
Her ne kadar sürekli yollarda olsa da fırsat bulur sevdikleriyle beraber olurdu. Tekrar elini yılların verdiği yorgunluktan kırışmaya yüz tutmuş, sakallarının bembeyaz olduğu çenesine dayadı.
Hani derler hep, hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor, işte öyleydi hayatı.
Çocuklarının ya da ailenin diğer fertlerinden birinin doğum günlerinde sofralar kurulurdu. O sofrada yok yok olurdu bütçelerine göre. Ama en önemlisi tüm akrabaların yanlarında olmasıydı. Gecenin hiç bitmemesini isterlerdi ailece.
Yıldönümleri bir başkaydı, kısacası çok özel olurdu.
Hiç kaçırmazlardı güçleri el verdiğince. Herkes gönüllerince eğlenir o günü doyasıya yaşarlardı.
Gecenin bir vakti herkes evlerine uğurlandığında evin hali bir hayli dağınık olsa da geçirilen güzel ve özel bir gecenin ardından hiç de korkutmuyordu dağınıklık gözlerini. O yıllarda sular sürekli akmayıp, gecenin bir yarısı kalkıp kap-kacak suyla dolduruyor olsa da, bulaşık makineleri olmayıp, eller epirinceye kadar bulaşıklar yıkansa da, çamaşır makineleri merdaneli olup haftada bir kez o da hafta sonları açılıp, bellerdeki ağrılar o dağ gibi çamaşırları yıkamaktan bir hafta boyu geçmese de… Mutluluktu be beraber olmak.
Sonra hafta sonları aile büyüklerine gitmeleri onların evinde kalmaları.
Bahar geldiğinde aile fertlerinin bir araya gelmesi ve beraberce -o zaman bolca olan- mesire yerlerine gidilmesi. Tüm haftanın tatsızlıklarının ortadan kalkıvermesi…

Otobüsün lastiği bir tümsekten bayağı sert bir şekilde geçmişti. Bir an kendine geldi gözlerinden geçen film şeridine kısa bir mola vererek.
Şöyle bir kendine bakmak istedi.
O dinç vücut çoktan terk etmişti bedenini.
Nerede o bir doksanlık delikanlı.
Omuzları ne de genişti –eh, ne de olsa az yüzmemişti- Şimdilerde en fazla on metre açılabiliyordu maviliklere. Malum kalp. Hazırlıksız yakalamasın.
Beli ne kadar da inceydi, dal gibi. Oysa bu gün hafif de olsa göbek kendini iyiden iyiye göstermeye başlamıştı. Artık kemerin tokası ikinci deliğe denk geliyordu -e, bu kadar içmeye verirsen kendini olacağı bu olur tabii-
Simsiyah, sık ve yele gibi saçları az yakmamıştı genç kızların kalplerini. Şimdilerde ak saçlı dede olmuştu. Bayağı da seyrelmişti saçlar.
“Heyhat, ne günlerdi” dedi sessizce, çok küçük ama hüzün dolu bir tebessümü yorgun yüzüne yakıştırarak.
Saatini kontrol etti. Yollar bitmek mi bilmiyordu yoksa yanlış otobüse mi binmişti. Bindiyse de yapacak bir şey yoktu inip doğru olana binecekti elbet. Gözler de bir hayli bırakmıştı kendini. Uzağı görmek yavaştan imkansızlaşıyordu. Artık inadı bırakıp göz doktoruna gitmeli sıkı bir kontrolden geçmeli diye iç geçirdi.
Yola dikkatlice baktığında doğru araçta olduğunu anladı, sadece her zaman yaptığı gibi sabırsızlığının kurbanı oluyordu. Acaba göz doktorunu ertelese miydi?
Dans etmek gelmişti içinden.
Güzel dans ederdi. Yanındaki eşi hep aynı kişiydi. Zaten ten tutmadı mı dans da tutmazdı.
En güzel dans tangoydu onlar için. Bir başka aşk vardı o melodide ve figürlerde. İnsanın içindeki tüm fırtınaları tatlı bir melteme dönüştürür ve yapılan figürlerle onu bir kadifeye çevirirdi. Karşındaki kavalyene olan güvenin tam olduğunda zaten çoktan kendinden geçmiş beynin, belin ve ayakların kendi kendine müthiş bir uyumla seni bambaşka yerlere götürmüştür bile.
Herkes istinasız onları seyrederdi. Çok kereler yarım bırakırlardı danslarını, ne olur ne olmaz nazar değemesin derlerdi birbirlerinin kulağına eğilip muzipçe gülerek. Bu da onların kendi aralarında oynadıkları bir oyundu işte.
Bir an içi geçer gibi oldu.Tatlı rüya dedikleri bu olsa gerek. Biraz toparlandı, zira yanında oturan bir bayandı ve dağınık oturmayı hiç sevmezdi. Otobüslerde, dolmuşlarda kıçları küçük olsa da: “burası benim” der gibi bacaklarını açıp dağınık oturan insanlardan nefret ederdi. Onlara taşıt ayısı derdi. Şimdi kendi olmamalıydı.
Bunca güzelliğin yanında aklına tatsızlıklar da gelmişti.
Evde yapılan tartışmalar. Her ne kadar dozu çok yüksek olmasa da gerektiği gibi yüksek de oluyordu elbet.
Ama hiçbir zaman ne bir kapı çarpılırdı ne de ayrı yatılırdı.
Kimi zaman akrabalarla yaşanan tatsızlıklar, kimi zaman çoluk çocukla yaşanan olumsuzluklar. Hepsi bu yaşamın bir parçasıydı, en büyük tamamlayıcısıydı.
Kaşlarının bir an çatılı olduğunu hissetti.
Yanaklarında oluşan çizgiler daha bir keskin hal almaya başlamıştı. İnce kalın arası dudakları uzamış, çenesini dişlerini kırarcasına sıkmaya başlamıştı.
Kendine hayret etti bir an. Nasıl oldu da bu kadar sinirlenmişti.
Hiç bu yaştaki adama yakışıyor muydu?
Oysa tonton olmalıydı. Sinir ve hiddeti geride bırakmış olmalıydı. Zamanın ona daha olumlu getirileri olmalıydı. Kısacası yaşadığı süre içinde gelişmeliydi.
Bir an çakır gözleri parıldadı.
Yaklaşıyordu.
Yolda düşündükleri onu buraya kadar getirmişti işte.
Daha bir durak önce hemen kalkmıştı oturduğu yerden ve inmek için kimselere söylemeden özenle basmıştı otobüsün ‘inecek var’ düğmesine.
Otobüs durakta durdu ve indi.
Üstünü başını toparladı, toprak rengi takımının içindeki kravatı güzel duruyordu. Ayakkabıları da parlıyordu.
Elinde özenle tuttuğu papatyalara bir kez daha baktı.
Bahar yaza meydan okuyordu adeta. Hatta yazın bir gününü çalmıştı bile.
Güneş tepede, çimen kokuları burnunda ilerlemeye başladı hızlı adımlarla.
Yaşına göre hâlâ dinç atıyordu adımlarını.
Yüzünde inanılmaz bir huzur vardı. Neredeyse çocuklar gibi koşacaktı ağaçların bol olduğu çiçeklerin etrafa serpiştirildiği çay bahçesine.
Masaların eski Türk filmlerinden çıkmışçasına eski fakat temiz olduğu çay bahçesine gelmişti sonunda.
Arka tarafta denizin bir bölümünü gören bir yer vardı. Oradaki masa boştu. Hemen oraya gitti hızlıca. Orayı çok seviyordu, hatta seviyorlardı.
Oturdu hemen.

Masada tek başınaydı.
Papatyalar masaya nasıl itinayla bırakıldıysa aynı şekilde duruyordu.
Gözleri ona takıldı. Nefes almıyordu sanki.
Kalkmak için ne kadar direndiyse de olmuyordu.
Takati yoktu…
Garson sokuldu yanına. İki çay istedi usulca garsondan.
O adam gitmiş bambaşka bir adam gelmişti.
Yüzünün hiçbir kıvrımı oynamıyordu. Gözünü sadece karşısındaki sandalyeye dikmişti. Yüzü kireç gibiydi.
Çaylar gelmişti.
Elini ceketinin iç cebindeki sigara tabakasına götürdü, bir tane aldı içinden ve yaktı. Derin bir nefes çekti ayılmak istercesine.
Bir tane, bir tane daha…
Zaman geçmeye devam ediyordu.
Gelmeyecekti nasıl olsa. Ha bir saat, ha bir dakika.
Otobüste düşündükleri geldi aklına.
Aslında ne kadar dolu yaşamışlardı.
Her ne kadar yollar ayırmış olup yanında fazla kalamadıysa da;
Zevkten ayrı kalmamıştı ya, ekmek parası içindi bu ayrılıklar.

Takatini toplamalıydı artık. Gitme vakti gelmişti.
Her şeyin bir sonu olduğu gibi bunun da gelmişti.
Ne olursa olsun, canı kadar sevdiği gelmeyecekti.
Bugün yıldönümleri olduğu halde;
Gelemeyecekti.
Gözlerinden düşen birkaç damla yaşa engel olamadı.
Bu yaş:
Özlemine,
Sevgisine,
En önemlisi,
Bu çay bahçesinde karşısında karısının olamamasınaydı.
Papatyalar her zamanki gibi masada kaldı.
O kadar yakışıyorlardı ki masaya. Saf ve sevgi dolulardı çünkü.
Çay bahçesinden çıkarken son bir defa ardına baktı.
Elini salladı ve dudaklarından belli belirsiz kelimeler döküldü.
“Seneye görüşürüz sevgilim. Bu sefer el ele olacağız o masada. İnan...”

İki çay bardağı masadaydı ve hâlâ doluydu…

e.
2004

Hiç yorum yok: