26 Şubat 2009 Perşembe

Hava ne kadar sıcak böyle, insan üstündeki deriyi çıkaracak neredeyse.
Duş alsan bir türlü almasan bir türlü, bu yaşıma geldim hangisi doğru hâlâ çözemedim.
Sıcak havalarda soğuk suyla mı duş alsam, ılıkla mı yoksa sıcak suyla mı? Bakalım ne zaman öğreneceğim?
Şimdi keyif zamanı buz dolabında çıkardığım şerbet misali Tekirdağ rakısından bir duble sek almalı, sigaramdan birkaç nefes çekmeli.
Şöyle balkonumda keyif yapmalı…
Ne kadar yakın evler birbirine, neredeyse tokalaşacağım karşı evin
üçüncü katındaki Sabahattin Ağabey ile.
Bu ağabeyimiz polis emeklisi, bildim bileli o dairede ikâmet eder.
Kırmızı bir yüzü vardır. Patlıcan misali burnu ona başka bir özellik katar. Patlayacakmış gibi de şişmandır.
Çok yemez gördüğüm kadarıyla, çok içtiği kesin.
Ne zaman görsem elinde çay bardağındaki rakıyı iştahla yudumlar.
Karısı pek çıkmaz cama, eski kadınlardan belli, hani o kocanın bir dediğini iki etmeyen zamanlardaki kadınlardan.
Ağabeyimizin üstü her daim temiz, yemeği her daim zamanında önünde.
Neler çekti kadıncağız yıllarca kim bilir.
Duyarız ya hep polis emeklileri biraz zor insanlardır diye.
Sanırım Sabahattin Ağabey de onlardan, kaşlarındaki sert çatık kıvrımlarından belli oluyor...
-Of ! bizim kadınlar da eskiyince böyle olacak mı acep, şimdi bir dediğimiz iki oluyor ileride iki olmaz inşallah-
Sesler yükseliyor yine ikinci kattan. Selma Hanım ile beyi Tayfun, akşam yirmi otuz kapışmasını yapıyorlar.
Yahu nereden bulurlar bu enerjiyi?
Dile kolay; hem eller, hem ayaklar, hem de çeneler çalışıyor ve her gün yaşanıyor bu cebelleşme.
Vallahi aferin.
İşin garibi, Tayfun Bey değil darpları yapan. Selma Hanım işin içinde, hem de baş aktris olarak.
Kolay değil, Selma Hanım yüz yirmi beş çekiyor kantarda. Tayfun Bey'i sormayın altmışı buldu mu evde parti verir.
Durum böyleykennn...
Amanınnnnn!
Gitti Tayfun Bey'in kafası. Yedi kelleye küllüğü. Aman be Selma Abla yumrukların yetmiyor mu, ne o küllük ?
Birazdan pansumanını yapar yatışırlar. Yarına Allah kerim…
Dördüncü kata kayıyor aniden gözler.
Ferhunde var o katta.
Yaşı otuz ya var ya yok.
Of! O nasıl bir dişi öyle yahu...
Merak ediyorum o memeleri, Allah vergisi mi yoksa doktor mu yaptı?
Nasıl da meraklanıyorum uzun zamandır, tutup ta soramazsın ki şimdi
Neredeyse olgunluğun derinliklerine gelmiş olan Ferhunde’nin bacakları nasıl da düzgün olabiliyor böyle?
Off! Camdan bakarken dekolteyi kessen olmaz sanki.
Giremiyorum içeri daha yemek yiyeceğim, az evvel banyo yaptım, gözlerimi de yıkadım oysa. Gerek var mı bir daha göz banyosuna ?
Ah! Ferhunde benim olacaktın ki, nasıl da sarıp sarmalardım seni pamuklara. Çıkabilir miydin camlara öyle cesur yürek gibi.
Ah ah!..
Giriş katta Gülsüm Ana camın kenarında yerini almış yine.
Ne zaman demir taktıracak bu kadıncağız penceresine, bir adımda içeri girilecek neredeyse, kötü niyetliler o kadar çok ki.
Gazetelerde okuyoruz yaşlı kadını nasıl gasp ettiklerini.
Allah korusun, söylesem mi acaba? Yoksa parasını mı denkleştiremiyor?
Gelmiyor ki hayırsız evlatları, kadıncağız boşuna bekliyor camda.
Bilse ki gelmeyecekler, bilse ki atmışlar onu bir köşeye.
Bekler mi yine?
Çekip gitmişler bu diyardan, yaşamıyorlar artık bu ülkede.
Ah be hayırsızlar! Telefon da mı edemiyorsunuz, tatiliniz de mi olmuyor hiç?
Yazık be yazık! Sizde evlat büyütüyorsunuz unutmayın...
Yine fena daldım.
Gelemiyorum böyle haksızlıklara ne yapayım…
Beşinci katta ne oluyor öyle?
Tamam.
Ekrem Amca çatıyı aktarıyor yine.
Bir türlü rahat edemedi şu adam çatıdan yana.
Apartman da sahip çıkmıyor ki, sanki evler çatısız yapılıyor.
Ortak değil midir şu çatı?
Ama yeri geliyor zemin kat feryat figan ayağa kalkıyor -lağım tıkandı bok içinde yüzüyoruz, lağımcı çağıralım açsın diye
Bu durum da bok ortak, çatı değil.
Vay vay!
Apartmanda lağım için para toplanırsa verme sen de Ekrem Amca.
Ben şahidim gördüm yağmurlarda yerlere koyduğun leğenleri, muşambaları , o suyla savaşını.
Eski adamsın vesselâm, gık demiyorsun, kendin onarıyorsun.
Aslında çok akıllısın be Ekrem Amca, insanlarla uğraşacağına kendi işini kendin görüyorsun.
Ne diyeyim, tecrübe işte...
Zemin kat da görüş alanımın bayağı içinde.
Yeni taşınan evliler var orada.
Ah canlarım, daha dün gibi hatırlıyorum geldikleri geceyi.
Gecenin ikisinde nasıl da kornaya basarak gelmişlerdi mahalleye.
Olacak tabi, ilk defa evlenmişler, belki birkaç defa daha olabilir ama bu ilk işte, heveslerini alıyorlar.
O da ne koca saksı gelin arabasının üstüyle birleşiyor.
Haydaa! Sabahattin Ağabey şişe içindeki şeyin içinde durması gibi durmadığını gösterircesine bitiveriyor camda, kendinden önce gönderdiği saksıdan sonra. Bağırışlar, çağırışlar bir kıyamet.
Oldu mu ya şimdi, o senin komşun olmaya gelmiş, kırk yılda bir evlenmiş tadını çıkarıyor işte.
Bırak, nasıl olsa anlayacak hanyayı konyayı birkaç sene sonra.
Velhasılıkelâm olaylı bir gerdekten sonra ertesi gün ve onu izleyen diğer günlerde o kalın güneşlikleri açılmadı bir türlü bu tazelerin.
Hani insanı bir düşünce alıyor bu kadar performansa aferin ama olacak şey de değil.
Anlaşılıyor ki bizim damat kıskanç. Açtırmıyor kızcağıza perdeleri.
Ne olur ne olmaz kaçırırlar falan maazallah!
Şimdi düşünüyorum da haksız da değil hani…

Herkesin ailesinden bir parçayım sanki.
Göt göte tüm evler.
Hiç mi düşünmezler şu evleri yapanlar?
Bilmezler mi ki herkesin bir aile yaşantısı ve perdeyi kapamama gibi bir lüksleri var?
Olsun, fazla şikayetçi değilim.
Sadece tebessümle bakıyorum.
...
-Hadi kocacığım işe geç kalıyorsun.
-Tamam canım.
-Ne oldu? Dalmışsın.
-Hiç… Eskiler… Eski günler… Eski anlar… Ne de güzel dalmışım…

Düşünüyorum da o zamanlarda yani lise çağlarında ne gibi bir eğlencemiz olabilirdi ki mahallemizden başka?
Oysa şimdi?
-Hadi ben çıktım.
-Güle güle…

mahallenin delisi...

e.
2003

Hiç yorum yok: