27 Şubat 2009 Cuma

Bir daha söyler misin?
Bir daha söyler misin adımı?
Ne kadar da güzel çıkıyor dudaklarından.
Hani konuşmanın ortasında bir ya da iki, bilemiyorum sayamadım, söylüyorsun ya, bu kadar güzel olabileceğini hiç düşünmemiştim adımın.
Ta ki sen söyleyinceye değin.
Hele bir de yanına mahzun bir o kadar da sevimli gülüşünü eklediğinde ne hallere girdiğimi bilebilir misin?
Hadi bildin diyelim.
Peki, kalbimdeki fırtınaları dindirebilir misin?
Ne kadar da çok soru sordum sana...
Bırak sorayım, zira ne hallerdeyim bilmiyorum.
Hani insan içer içer zil zurna sokaklarda yürümeye çalışır ya.
Hani cesaretini toplar; her şeyini, içinde neyi var neyi yok ortaya döker, bunları yaparken de güler ya.
En büyük sensindir o zaman.
İşte öyleyim.
Haykırıyorum içimden.
Kalbimde yaşıyorum sarhoşluğumu ve bana verdiği tarifsiz cesareti.
Seni bekliyorum.
Gelecek misin?
Yoksa her zaman olduğu gibi şöyle bir bakıp sonra dönüp kaybolacak mısın?
Ne bileyim telefonlarıma cevap vermeyecek misin?
Ya gönderdiğim mektuplarıma vermediğin cevaplar, onlara ne demeli?
Ne kadar da güzel oynuyorsun benimle.
Karşı koyamıyorum.
Belki oynamıyorsun da ben koyuyorum gönlü.
Ben ediyorum sitemi.
Kim bilir.
Dedim ya sarhoşum.
Cesaretimi kollarımın arasına alıp haykırıyorum sana.
Ne güzel.
Sana daha önce böyle sevgisini ifade eden oldu mu hiç?
Oldu diyelim.
Böylesine sevgi dolu geldi mi yanına ya da kapına.
Geldi diyelim.
Hiç bu kadar kocaman kalpli olup da o kocaman yere hapsetti mi seni?
Bunların hepsi olsa bile benim kadar tutkulu oldular mı ki...
Günlerin sonu olan akşamlar geldiğinde içime doğuyorsun.
Ne kadar tuhaf değil mi? Gün bitiyor sen doğuyorsun.
Gecelerim aydınlanıveriyor birden...
Seni düşünüyorum fütursuzca. Hiçbir sınır olmadan.
Denizin sesi ve iyot kokusu seni soruyor. Seni özlüyorlar sanki.
Yıldızlara bakıyorum, çok ama çok özlediğimi bir kez daha anlıyorum ve en sonunda dayanamıyorum kalbimden çıkarıyorum seni, akşam yerini geceye bırakırken...
Alıyorum avuçlarıma.
İlk önce gözlerine bakıyorum, hani o davetkâr, utangaç olan gözlerine.
Başını önüne eğiyorsun.
O minnacık çenenden tutuyorum ve kaldırıyorum lepiska saçlı başını.
İşte tam orada yakalıyorum bakışını, beni en zayıf yerinden vuran bakışını.
Gözlerim doluyor bu mahzunluğun karşısında.
Bırakıyorum sarhoş olan kalbimi ağlasın diyerek.
Ağlıyor da.
Sonra sarılmak geliyor içimden o küçücük daha doğrusu minnacık bedenine, sıcaklığını iliklerime kadar hissedinceye değin.
Hiç bırakmamacasına.
Gece bu, eh bir de sarhoşluk eklenince var gerisini sen düşün.
Yoksa bunları nasıl yapar ve söylerim.
Demek içte kopan fırtınalar da içmeden sarhoş edebiliyormuş insanı.
Ne güzel.
Ne de hoş kokuyorsun. Bu parfüm değil teninin kokusu.
Burnumun direğini parçalarcasına sarıyor aromatik kokun her yanımı.
Sonra o güzelim uzun lepiska saçlarına gömüyorum yüzümü.
Kokluyorum.
Saçlarının içinde kayboluyorum.
Nerelere kimbilir?
Hâlâ avuçlarımdasın, gece ilerlemelerde.
Şikâyetim yok.
Ben sana tutsak olmuş sana bakmaktayım...
Sabah yaklaşıyor, ezanı duyuyorum.
Karşımda hâlâ sen.
Artık seni kalbime geri götürme zamanı geldi avuçlarımın.
Çok dikkat ediyorum, hiç sarsmıyorum.
Yavaşça bırakıyorum seni kalbimin en güzel köşesine, bu sabahın gecesinin gelmesini sabırsızlıkla beklemek üzere...

Böyle geçiyor benim günlerim işte.
Hep sen, tekrar sen.
Sense hiç oralı değilsin.
Hâlâ bir haber yok.
Telefonlarım cevapsız.
Mektuplarım sessiz.
Neredesin?
Aslında yoksun.
Hiç olmadın ki.
Benimki görmediğim, tanımadığım birine aşk.
İşte bu benim kadınım dediğim...
Hiç olmayacak biri.
Anlayacağın;
Sen hiç olmadın ki...

hayallerdeki aşklara...

e.
2004

Hiç yorum yok: